29 Mayıs 2015 Cuma

ŞARKİYATÇILIĞIN BİR TEZAHÜRÜ OLARAK                 “300: BİR İMPARATORLUĞUN YÜKSELİŞİ”
                                                                      
                                                  Emrah Cevher[1]
Giriş
“Batı” ya da “Doğu” neresi? İngiltere, ABD, Irak, Rusya, Japonya ve bunlar gibi daha birçok ülkeyi, bağrında coğrafi konumlarının ötesinde bir anlam taşıyan, hatta daha da kategorize ederek Ortadoğu, Uzakdoğu vb. kavramlarla tanımlamak bir “merkez”in de tanımlanmasını zaruri kılar. Sorulması gereken “Doğu” kimin için ve kime göre “Doğu”dur? Doğal olarak aynı soru “Batı” için de geçerlidir. O halde tekrar ilk soruya dönüp sorularımızı arttırmaya başlayabiliriz. Batı’ya biçilen değer ile Doğu’ya biçilen değer nedir? Batı neyi temsil eder, Doğu neyi? Sömürgecilikten haraketle ezen ezilen ilişkisini “Doğu” ve “Batı” kavramlarıyla nasıl ilişkilendirebiliriz?   Bu kavramlar ve taşıdıkları mefhumlar bize ne söyler? Çalışma, bu soruların genişlemesiyle birlikte “Doğu”nun nasıl inşa edildiğini ve bununla birlikte “Batı”nın kendisini nasıl ve nereye konumlandırdığını tartışmayı arzu eder. Özellikle Edward W. Said’in “Şarkiyatçılık” kitabında belirttiği ve tartıştığı Doğu hakkında bir külliyat edinme ve doğuyu “tanımlama” çalışmalarının, Batı tahakkümünü nasıl perçinlediği ve atfedilen değerlerin –gerek Doğu için gerekse Batı için- bir “öz”le ilişklendirilerek bu tahakküme nasıl hizmet ettiği konusu (Said, 2010) bizim de çıkış noktalarımızdan biri olacaktır. Doğu ve Batı düalizmi üzerinden “Batı”nın kedisini konumlandırdığı yeri ve kendisine biçtiği “iyi olan”, “iyiyi savunan” olma halini sanat alanında da sürekli tekrarladığı bir söylem olarak okumak ve bunları gözlemlemek tartışmaya soluk katacaktır. Bu çalışmadaki tartışma, bu bağlamda,  son dönem Hollywood sinemasının örneklerinden biri olan “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” (300: Rise Of An Empire,  Noam Murro, 2014) filmi üzerinden yürütülecektir. Bu filmde “Batı”nın yeni sömürgeciliği, sinema alanından hareketle meşrulaştırmaya çalıştığını saptamak da çalışmanın başka bir gayesini oluşturacaktır.

Doğu – Batı Düalizminin Zemini ve Bir Girizgah Olarak E. Said’in          Şarkiyatçılığı
Şarkiyatçılık kavramının kullanımıyla ilgili anlaşılır bir tartışma olsa da üzerinde çalışılan metinin elde olan çevirisine dayanarak, kavram kargaşası yaratmamak adına, oryantalizm kavramı yerine şarkiyatçılığı kullanacağız. Bu konunun özellikle ve doğal olarak Said’in çalışmalrı ekseninde işleneceği aşikardır. Şunu en başta belirtmek gerekir ki şarkiyatçılık “kültürel ve siyasal” bir alanı işaret eder. Bu bağlamda da “Doğu” yu bir icat olarak tanımlak yanlış olmayacaktır. Doğu/şark, Batı’nın/garbın kendini var ettiği, temellendirdiği bir alan olmakla birlikte Batı’nın üstünlüğünü yitirmeyeceği esnek bir kavramdır. Şarkın şarklaştırılması, garb ile şark arasındaki ilişki bir iktidar, egemenlik ilişkisidir (Said, 2010).
Bir sömürge sisteminin bastonu olmasından öte şarkiyatçılık, sistematik bir şekilde kolonyal ülkeleri aklayan, sömürgeciliklerini meşrulaştırıp mantığa bürümeye yarayan  bir yapıya sahiptir. Bu noktada sömürgeleştirilecek ülkenin ilk olarak şirkiyatçının çalışma sahasına dönüşmesi kolonileştirmenin “erken safhası” niteliğini imler. Bu imleme devamında sömürgeyi elde tutabilecek bir söylemin inşasının da başlangıcıdır. “Şarkiyatçılık sömürge yönetimini aklileştirmekle kalmaz, bu süreci en başından örgütler” (Said, 2010: 49).
Şarkiyatçılık “ben ve öteki” olarak kodlanabilecek, merkezde “Batı” (ben) ve onun ötekisi olarak “Doğu”nun inşasıyla postkolonyal çalışmaların da temelini oluşturur. “Postkolonyal düşünce akımı Edward Said’in oryantalizm eleştirileriyle ilişkili, ilintilidir. (…) Said Doğu ile Batı arasındaki iktidar ilişkilerinin bilgi ile olan temasını ortaya çıkarıyor. Bilginin nasıl bir iktidar oluşturacağı konusundaki iktidar ilişkilerini perçinlemekteki önemli etkisini gösteriyor” der Göle (2010: 101). “Doğu” diye bir bilgi, yazı, gözlem, inceleme ve seyahat nesnesi ayırmanın ve işaretlemenin kendisi ne masum bir hareketti ne de bu ayrımı yapanların mensubu olduğu toplumun “Doğu” diye ayrılmış, öte olarak kurulmuş olan bu yer ile olan iktidar ilişkilerinden ve sömürgecilikten bağımsızdı (Mutman, 2010: 120). “Batı”nın nesnesi olarak “Doğu” bir sömürge sahasının kamuflajıydı. “Oryantalizmin görsel betimlemesi başlangıçta, Batı tarafından sömürgeci bir misyonu kolaylaştırmak için formüle edilmiş ve çeşitli politikalar yoluyla ebedileştirilmiş; güç ve üstünlük kavramlarıyla donatılmıştır. Böyle bir yapının asıl önemi, Öteki anlayışını yaratmasıdır” (Güngör, 2011: 33). Bu ötekinin yaratılma sürecinde şarkiyatçılık - ve şarkiyatçılar – “Doğu”yu elden geldiğince etraflıca işlemek isterken ulaşılan bilgiyi de sistmatik olarak sınıflandırarak, yeniden anlamlandırarak ve tabi kendi filtrelerinden geçirerek - bir diğer deyişle “evcilleştirerek”- “Doğu bilgisi”ni “Batı”nın emrine amade kılar. “Şarkiyatçılık bir yandan şarkı olabildiğince geniş bir biçimde, tam anlamıyla kendine mal etti; öte yandan da bu bilgiyi düzenleyici şifrelerden, sınıflandırmalardan, örnek vakalardan, sürekli yayınlardan, çevirilerden geçirip süzerek batı için evcilleştirdi. Bunlar bir araya gelerek şarkın temsili bir suretini oluşturdu. Şark batıda batı için maddi olarak yeniden üretildi” (Said, 2010: 177). Edinilen bu bilgi bir tahayyülün, imgeye dönüşmüş bir coğrafyanın, hakir, yönetilmeye muhtaç, zavallı bir halklar topluluğunun varlığını Batılı için üretir. Buradan haraketle de “Doğu” tarihi “Batı” tarafından yazılır hale gelir. “Şark bilgisi güçten kaynaklandığı için bir bakıma şarkı, şarklıyı, şarklının dünyasını yaratır” (Said, 2010: 50). Geçmişin yeniden ve tek taraflı bir pragmatizme dayalı inşası kaçınılmaz olarak geleceğin de istimlak edilmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Bu durumun da bağrında bir isyanı ve direnişi taşıma potansiyelini es geçmeden belirtmek faydalı olacaktır ki dekolonizasyon süreçleri bunun için iyi örneklerdir.   O halde şarkiyatçılık ve emperyalizm arasındaki ilişki de ayyuka çıkmış, görünür kılınmıştır diyebiliyoruz. Said (2010) bu durumu oldukça etkili bir şekilde gözler önüne sermiştir. “Zaten ‘şarkiyatçılık’ sömürgeciliğin doruk noktasına ulaştığı 19. yüzyılın en ciddi emperyalist kültürel akımı değil miydi? Daha doğrusu, Said, Doğu’ya gösterilen insani bir ilgi olarak kurulan ve öyle bilinen şarkiyatçılığın nasıl emperyal ve sömürgeci varsayımlar ve tutumlar üzerinde yükselen ve emperyal ve sömürgeci siyasal ve ekonomik güçlerle ilgisi olan bir görüş olduğunu -eksiklerine rağmen- soluk kesici bir alan taramasıyla gösteriyordu” (Mutman, 2010: 119).
Özellikle Napolyon’un Mısır’ı işgalinden sonra yeni bir boyuta taşınan şarkiyatçılık etkisini 19. ve 20. yüzyılda da arttırarak sürdürdü. Sanattan siyasi düşünceye değin üretilen metinlerde, eserlerde ve söylemlerde şarkiyatçılık değişik ölçülerde boy gösterdi. Bunun sonucu gündelik hayattan da soyutlanamayacağından kolonilerde bulunan metropolün atılları ve artıkları  A. Memmi’nin deyişiyle “gaspçı”ları da yaratılan Doğu ve Doğulu imajını içselleştirerek imparatorluğun sömürgelerdeki tezahürleri oldular. A. Memmi’nin şu tespiti söyleneni destekler niteliktedir: Küçük sömürgeci, “mizacı ya da ahlaki inançları nedeniyle sömürgecinin sömürgeleştirilene karşı tavrına sahip olmayan iyi kalpli bir Avrupalıdır. Tamam! Cümlenin belirgin zorlayıcı niteliğine karşın hemen söyleyelim: bu şekilde tanımlanan bir yerleşimci mevcut değildir, çünkü sömürgelerdeki tüm Avrupalılar ayrıcalıklıdır” (2014: 31). Bu yerleşimciler sömürgelerdeki bağımsızlık hareketlerinden sonra “kapı dışarı” edilseler de ne şarkiyatçık ne de onunla beslenen emperyalizm ve sömürgecilik son buldu. Said’in altını çizdiği “örtük şarkiyatçılık” 20. yüzyılın başlarında şarkiyatçılığın Batıya sunduğu Şark’ı resmetmede kullandığı yöntemlerden biriydi. Bu da “Şarkın öğreti düzeyinde ya da yenilenen kalıp sözlerde açığa çıkması olarak adlandırılabilir. Örtük şarkiyatçılık şarka dair herhangi bir yargısını dile getirmek isteyen kişiye harekete geçirilebilecek eldeki somut durum için incelikli bir söyleme dönüştürülebilecek bir dillendirme olanağı sağlıyordu” (Said, 2010: 233). Günümüze değin uzanan bu yöntem özellkile sanatsal üretimlerde –edebiyat ve sinema gibi- etkisini sürdürmektedir.
Said kitabın (2010) genelinde bir “öz” vurgusundan ve bir şeyin “öz”le tanımlanmasından kaçınırken bu tip yaklaşımların sıkıntılarını da gözler önüne serer. Doğu’yu Batı’nın karşısına bir alternatif olarak ve ya Doğu’ya bir değer, misyon yükleyerek bir tartışmada bulunmaz. “Doğu’ya ait kesin bir gerçeğin ya da doğrunun peşinde değildir. Kendisi aslında Doğu’yu anlatan söylemin bir yapısökümünü yapmaktadır” (Güngör, 2011: 34) diyebiliriz. Bu gün söz konusu yapısökümünün yapılmasının zaruri olduğu alanlardan biri de sinemadır. Ana akım sinemanın ürettiği filmlerde daha rahat gözlemleyebileceğimiz oryantalist söylem, konjektürel olarak gündemde olan “Doğu”luyla ilgili, kendini tarih temalı filmlerle benzeşim yoluyla alt metinsel düzeyde yeniden üretir. Tıpkı inceleyeceğimiz “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” (300: Rise of an Empire, 2014) filmindeki gibi. Filmin analizine başlamadan önce şarkiyatçılıkla bir giriş yaptığımız postkolonyal teoriyi girizgah niteliğinde de olsa biraz açmak yararlı olacaktır. 


Kolonyalizmden Yeni Emperyalizme Doğru
Kolonyalizm ve postkolonyalizm terimlerinin etimolojik kökenlerini esgeçerek belirtmek gerekir ki emperyalizm ve yeni emperyalizm kavramları kolonyal ve neokolonyal düşünceden azade olmayıp, son kertede birbirlerine mühürlüdürler. Tabi bu “kolonyalizmin dünyanın farklı yerlerinde aynı özellikleri sergileyen özdeş bir süreç olduğu anlamına gelmez; tersine, kolonyalizm, gerçekleştiği her yerde o yörenin asıl sakinleri ile yeni gelenleri insanlık tarihindeki en karmaşık ve travmatik ilişkilerin içine fırlattı” (Loomba, 2000: 19). Bu ilişki kolonyalizm/sömürgecilik eksenli oluşan ezen – ezilen aksını da belirginleştirdi. Kolonyalizm, “bir hakim yabancı gücün kendi politik ve ekonomik çıkarlarına uyacak şekilde bir yerin hukuk, ticaret, eğitim gibi üretim sistemlerini yeniden düzenlemesidir. Kolonyalizm hakim ve baskın olanın lehine işleyen bir tektipleştirme programı olarak nitelendirilebilir. Sömürülenin bilşsel ve maddi varlıkları ile kaynaklarının tek taraflı kullanılmasıdır” (Yetişkin, 2010: 15). Bu türden bir sömürü biçiminin genel olarak 16. ve 20. yüzyıl arasında kendini var ettiği söylenebilir. Özellikle 19.  yüzyılda artan ulus devlet yapılanmasıyla imparatorluklar parçalanırken 20. yüzyıla gelindiğinde sömürgelerin  emperyalizme karşı verdikleri kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi de kendini ulus devlet yapılanmasıyla örgütledi. Tabi bu durum, Fanon’un da altını çizdiği bir sorunsalı ortaya çıkarıyordu. Ulus devlet örgütlenmesi sömürgeciye direnmek ve onu püskürtebilmek adına kullanılabilecek bir araçtır, bu araç amaca dönüştüğü an ülkenin burjuvazisi ve bürokrasisi kendini tekrar emperyal güçlere, kaçınılmaz olarak bağlayacaktır, bu bağlamda da “ulusal bilinç tüm halkların en derin umutlarının koordineli kristalizasyonu değilse, halk seferberliğinin en elle tutulur ve en dolaysız ürünü değilse, yalnızca ilkel, boş, kırılgan bir kabuktur” (Fanon, 2014: 149). Özellikle İkinci Dünya Savaşının ardından sömürgeciyi “kapı dışarı etme” mücadelelerinin bağımsızlıkla sonuçlanmasıyla kolonyal anlayış birtakım mutasyonlara uğramaya başladı. Bundan sonra top ve tüfekle toprak işgaline dayalı emperyalizm ve kolonyalizm yeni bir biçime bürünmeye başlayacaktı.
Postkolonyalizm sözcüğünün yapısal oluşumunda “post” ön eki sonrası anlamıyla kullanılır ve önüne geldiği sözcüğün sonrasını/ardını imler; lakin bu imleme bir sonlanmayı taşımak zorunda değildir. Yani, kavramı kolonyalizm sonrası olarak kulladığımızda kolonyalizmin tasfiye edildiği anlamı değil aksine kolonyalizmin evrim geçirdiğini ve artık yeni bir forma büründüğünü söylemek daha doğru olacaktır. Bu yapısal dönüşüm gerek İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyayla, gerek neoliberal politikaların gelişimiyle, gerek Doğu Bloğu’nun çöküşüyle tarihin önemli kavşaklarından hareketle kendine geniş alanlar yaratarak katmerleşen yeni sömürgeciliği ya da neokolonyalizmi işaret eder. Tam da bu noktada postkolonyal teori/çalışmalar bu sürece bir “karşı çıkış”ı ifade edebilir ve madunlardan doğru bir siyasal-sosyal perspektifi bize sunabilir. Smith ve Owens’a göre de “ulus ve milliyetçilik, sınırlar arasındaki insan hareketleri, kültürel şovenizm, kültür - emperyalizm ilişkisi gibi konular dünya politikalarıyla bağlandıkça postkolonyalizm farklı bir araştırma konusu olarak kendini göstermiştir” (akt. Çıtak, 2014: 564).
Yukarıda da değindiğimiz gibi ulusal bağımsızlık mücadelesi etrafında örgütlenmiş olan kolonileştirilmiş toplumların bu mücadele sonucunda “fiili” sömürüden arındıkları söylenebilir. Bağımsız bir ulus devlet olarak tarih sahnesindeki yerini alan bu toplumlar çok geçmeden farklı bir kolonileşmeyle “neokolonyalizim”in tuzağına düşerler.  Bu yeni sömürgecilik ulusal kurtuluş mücadelesiyle muradına eren başkaldırılarla, entegre olunan kapitalizmin kaçınılmaz hastalığı olarak, kendi burjuvalarını yaratmıştır. Özetle, “bağımsızlığına yeni kavuşan ulus devlet, özgürlüğün meyvelerini yalnızca seçme yaparak ve eşitsiz dağıtır: Kolonyal egemenliğe son verilmesi kolineştirilmiş ülkelerin çoğunda kadınların statülerinde, işçi sınıfının ya da köylülüğün hayat koşullarında otomatik olarak bir iyileşmeye yol açmamıştır” (Loomba, 2000: 29).   Bu süreç doğal olarak yeniden ezen–ezilen ilişkisini üretmesi dolayısıyla yeni sömürgeciliğin belli ayırıcı niteliklerini belirginleştirir. En nihayetinde rızaya dayalı örtük bir sömürüye göz yumma gibi başka bir fiiliyat meydana gelir. Yetişkin’e göre yeni sömürgecilik başka niteliklere de sahiptir:
“Milliyetçi ve antiemperyalistlerin benimsedikleri gelişme ve bağımlılık teorileri ile söylemleri, eleştirel dahi olsa yeni sömürgeciliğin işlemesine yardımcı olmaktadır, çünkü eleştirirken aynı zamanda güçlü olanın da tahakkümü yinelenmiş olur. Böylelikle hem eleştirel ve direnişçi reaksyonların çatışması sürerken bu süreç içinde sömürü gerçekleştirilmekte, hem de paranoya, kaygı ve tekinsizlik körüklenerek yeni sömürgeciliği amaçlarıyla uyuşmayan eylemlerin gerçekleştirilmesi önlenmekte ve yok sayılmaktadır. Dolayısıyla gelişmekte olan olarak nitelendirilen ülkelerin, gelişmiş olarak tanımlanan ülkelere (ya da faillere) bağımlı ve tâbi olduğu söylemiyle sömürenin tahakkümü dolaylı olarak onaylanmakta ve üretilen ilişkiler, fikirler ve eylemlerin içeriği sömürenin lehine etkilenmektedir” (2010: 16).
  Kolonyalizmi ve postkolonyalizmi konuşurken atlayamayacağımız bir detay da emperyalizm ve yeni emperyalizmdir. Kolonyalizmle birlikte bağdaşık bir ilişki içinde olan emperyalizm, tıpkı postkolonyalizmin uğardığı mutasyon gibi kendini yeniden dizayn eder. Bu dönüşüm yukarıda belirtilen tarihsel eşikler içinde gerçekleşir.
Emperyalizm, Arendt’e göre kapitalizmin son aşaması olmaktan ziyade burjuva siyasi hakimiyetinin tam anlamıyla tarih sahnesine çıkışıdır (2014:35). Bu bağlamda “emperyalizm, kapitalist üretimdeki hakim sınıfın ekonomik gelişmesi ulusal sınırlara dayandığında ortaya çıktı” der Arendt (2014: 15).  Emperyalizmi kapitalizimin en yüksek aşaması olarak nitelendiren Lenin ise “serbest rekabetin tamamen egemen olduğu eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Kapitalizmin, tekellerin egemen olduğu en son aşamasının ayırt edici niteliği ise sermaye ihracıdır” der (2006: 66). H. Magdoff ise tarihsel bir perspektifle emperyalizmin dünya üzerindeki yayılmacılığını gözler önüne serer. “1800 yılında batılı güçler yeryüzünün yüzde 35’ini elinde tutuyordu. 1878’e gelindiğinde bu oran 83.000 mil karelik bir artış hızıyla yüzde 67 oldu. 1914’te, yıllık artış hızı şaşırtıcı bir biçimde 240.000 mil kareye ulaşmış ve Avrupa yeryüzünün kabaca yüzde 85’lik bir kısmını sömürge, himaye altındaki ülke, bağımlı ülke, dominyon ve federe devlet biçimleri altında elinde tutar duruma gelmişti” (akt. Said, 2010: 43). Bu çarpıcı durum kaçınılmaz olarak beraberinde “paylaşım” sorununu da getirdi. Sanayi yapılanmasını tamamladığında sömürgelerden payına küçük bir hisse kalmış olan Almanya kolonilerini arttırmak isteyince Birinci Dünya Savaşı’nın da fitili ateşlenmiş oldu. Bu süreçle birlikte ilerleyen aynı periyodta gelişen bir diğer durum da sömürgelerdeki “gecikmiş” ulusal bağımsızlık hareketleriydi. Henüz ulus devlet teşkilatlanmasına bürünememiş yaşlı imparatorluklardaki çatlaklar belirginleşmeye başlamış, yeni bir dönemin sancıları oldukça hissedilir olmuştu. Hal böyle olunca “emperyalizm kolonilerde gelişen önemli özgürlük hareketleriyle aynı dönemde emperyal egemen sınıflarının ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır” (Young, 2001: 28)   demek de önemli bir tespit olacaktır. Emperyalizmin ulus ya da “sınır” aşırı olma durumu, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, sömürgecilikle beraber, kol kola bir tahhakkümün zincirini oluşturur. Bu tahakküm zinciri kendini genel olarak bir nedensellik aksı üzerinde konumlandırır. Öyleyse “emperyalizm uzak topraklara tahakküm eden egemen metropolün uygulama, kuram ve tavırları anlamına geliyor; hemen hemen her zaman emperyalizmin sonucu olarak ortaya çıkan “sömürgecilik” ise uzak topraklarda yerleşim yerleri kurulması demek” (Said, 2014: 45) diye kaba bir özet yapabiliriz.
Görüldüğü gibi emperyalizme dair faklı yaklaşımlar ve tanımlamalar yaygınlık gösterebilmektedir; fakat bu farklılıklar birbirini çürütme niteliğinden öte, birbirini tamamlamakta ve komplike bir durumu ilmek ilmek çözümlemektedir. Bu farklı yaklaşımların ortaklaşan anahtar kelimeleri (burjuvazi, egemenler, tahakküm, sömürge, sömürülen vb.) bize sınırları çok belirgin olmasa da belli bir çerçeve ve bakış açısı kazandırabilir. Altını çizmemiz geren bir diğer nokta da şudur ki ,“emperyalizm, öncelikle tüm çeşitleriyle kapitalist devlet teorisini çözmeye çalışmadan anlaşılamaz” (Harvey, 2004a: 152-153).
Emperyalizim ezen-ezilen pratiklerini yeniden ve daha çetrefilli bir şekilde üretirken kendi bağrında taşıdığı belli sınırlara sahip olan ulus devlet çelişkisini aşmaya çalışarak ve belki de aşarak bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi evrimini hızlandırdı. Postmodern bir dünyaya doğru, dekolonizasyon , yeni sömürgecilik ve sınırsız bir genişleme ile küreselleşmeye doğru emperyalizm artık “yeni” formuna bürünüyordu.
Yeni emperyalizmi tartışırken tıpkı emperyalizmdeki gibi ulus devlet sınırlarının ne anlam ifade ettiğini saptamak ve bu sınırların nasıl “buharlaştığını” belirtmek önemli olabilir. Yine bu bağlamda ulus mevhumunun “hayali”, inşa edilmiş bir yapı olduğunu da en baştan bir kenara yazmak gerekir. En nihayetinde ulus, “antropolojik bir ruhla tanımlandığında, hayal edilmiş bir siyasal toplukuktur denilebilir. Kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir” (Anderson, 2015: 20).
Yeni emperyalizm bir kırılmadan çok değişen sömürü stratejilerini ve güçlerini imler. İkinci Dünya Savaşı sonrası değişen dengeler SSCB ve ABD aktörlüğünde iki kutuplu bir dünyayı doğurmuştu. 1945 sonrası dönem emperyalizm adına “oyunun ikinci perdesi olarak nitelenebilir. Burjuvazinin siyasal iktidarının hüküm sürdüğü Sanayi Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemden sonra emperyalizm artık belli sömürü biçimlerini ve ilişkilerini geride bırakıyordu. ABD emperyalizmi ve “ögür dünya” burjuvazinin yeni araçlar ve söylemler inşa ettiği bir döneme işaret etmekteydi. Bu dönem “burjuvazinin siyasal iktidarının ikinci aşamasıydı” (Harvey, 2004a: 50). 1970’lerden itibaren yeni bir dalga daha oluşacak ve burjuva siyasal iktidarının bugüne kadar uzanan üçüncü aşaması oluşacaktı. Bu dalga “neoliberal hegemonya”ydı (2004a: 53).
Chatterjee de sömürge dönemindeki milliyetçi siyaset kuşağı kapsamında, kendini farklılaştıran çok sayıda eylemin ve duruşun ortaya çıkardığı “siyasal toplum”un 1980’lerle bambaşka bir biçime dönüşmeye başladığını ileri sürer:
“Bu süreci iki gelişme kolaylaştırdı. Bunlardan ilki, nüfusların muhafazasıyla refahlarını, devlet egemenliğine vatandaşların faal katılımını dikkate almaksızın, tüm dünyada benzer yönetimsel teknolojilerin kullanılmasıyla sağlanmasına dayanan yönetimsel performans anlayışının başat rol oynamaya başlamasıdır. Bu gelişme, hükümetlerin sivil toplumun gerçek üyesi ya da cumuriyetin gerçek vatandaşları olmayan insanlara bile birtakım imtiyazlar vermekle yükümlü olduğu konusunda devlet makamlarıyla nüfus gruplarının fikir birliğine varmasını sağladı. Diğer gelişme ise seçim hesaplarıyla ve sadece seçim sonuçlarına yönelik hedeflerle siyasal seferberlik alanının genişletilmesidir” (2006: 80).
D. Harvey’e baktığımızda temel olarak Arendt ve Lenin’in birbirini tamamlayan yaklaşımlarından yola çıkarak bir yeni emperyalizm tahlili yaptığını görürüz. Bu bağlamda sermaye birikimin ve yarattığı krizlerin “iç çelişkilerini” açıklamak için adına “zaman–mekan sabitesi” (spatio – temporal fix) dediği kuramı geliştir. “Toplam sermayenin belli bir kısmı görece uzun bir zaman dilimi için (ekonomik ve fiziki ömrüne bağlı olarak) belli bir fiziki şekil altında toprağa sabitlenir. Bazı sosyal harcamalar (eğitim ve sağlık gibi) da mekansallaştırılır ve coğrafi olarak hareketsizleştirilir” (2004a: 97).  Harvey’in ifade ettiği gibi, “sermaye zorunlu olarak belli bir noktada, daha ileri bir noktada yok etmek üzere kendisine benzer fiziksel bir alan yaratır; bu zamanla coğrafi yayılma ve zamansal yer değiştirmeyle düzenli olarak eğilimli olduğu aşırı birikim krizlerine çözüm olarak bulduğu şeydir. Bu kapitalizmin, toplumsal ve fiziksel alanının evriminin üzerine yazdığı yaratıcı yıkımının tarihidir (tüm çevresel ve toplumsal kötü sonuçlarıyla birlikte” (Harvey, 2004b: 27).

 “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” Filminin Öyküsü ve Hollywood’a Dair
“İçerdiği temsil dinamiklerinin yeni muhafazakarlığın psikolojik ilkelerine özel bir uygunluk taşıması nedeniyle, muhafazakarlığın zaferinin kendisini en derinden duyurduğu alanlardan biri fantastik filmler olmuştur” (Rayn ve Kellner, 2010: 315).  Bir devam filmi olan “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” için en başta söylememiz geren şey bu tespitin bütün izlerini taşıdığıdır. Tarihi-fantastik bir tür niteliği taşıyan film, Frank Miller’in grafik romanı “Xerxes”ten uyarlanmıştır. Film, kendisine  Persler ile Atinalılar'ın karşı karşıya geldiği Artemis Savaşı’nı konu edinir. “300 Spartalı”nın (300, Zack Snyder, 2006) bıraktığı yerden başlar film. Kral Leonidas (Gerard Butler) ve “kahraman” 300 askerinin ölü bedenleri üzeinde atıyla gezinen Xerxes (Rodrigo Santaro) Leonidas’ın yanına gelince durur. Baltasını yavaşça kaldırır ve ölü kralın kellesini uçurur. Kraliçe Gorgo’nun (Lena Headey) 300 Sıpartalı’nın hikayesinin anlatımını dış ses olarak duyarız. Ardından hikayeyi 10 sene önceye Maraton savaşına taşır. Atinalıların Persleri nasıl püskürtüklerini ve Themistokles’in Pers kralı Darius’u nasıl öldürdüğünü anlatır. Babasını kaybeden Xerxes Artemisia’nın (Eva Green) da desteğini alarak Tanrı kral olur. Tanrı kral olması babasının yapamadığını yapması için hayati bir gerekliliktir; çünkü ölüm döşeğindeki babası ona Yunanlıları yalnızca tanrıların yenebileceğini söylemişti. Buradan sonrası ilk filmin paralel kurgusu niteliğinde ilerleyen bir film olarak adlandırabileceğimiz bir anlatıya dönüşür. 300 Spartalı Xerxes öncülüğündeki Pers ordusunu durdurmak için kuzeye gider (bu ilk filmin konusudur). Atinalılar da Pers ordusunun en güçlü generali olan Artemisia’yi durdurmak için donanmalrını toplamaya başlar. Themistokles, hayalini kurduğu birleşik Yunanistan şehir devletlerini ziyaret edip birlikte savaşmaya davet etmeye de başlamıştır. Sparta’ya gidip donanmlarını istese de red cevabı alır. Öğrendiği şeyse 300 Spartalı’nın çoktan savaş hazırlıklarına başladığıydı. Leonidas’ın savaşından sonra da filmde Themistokles’in savaşına odaklanırız. Sayıca oldukça üstün olan Artemisia önderliğindeki Pers ordusu ilk gün Yunanlılar tarafından bozguna uğratılır. Savaşın ertesi günlerin de farklı bir şey yaşanmaz. Artemisia çareyi Themistokles’le görşmekte bulur ve onu gemisine davet eder. Kendi safına çekmeye çalışır ama teklifi red edilir. Oldukça öfkelenen Artemisia, Yunan donanmasını yakmaya kararlıdır. Üçüncü gün saldırıyı bizzat kendisi yönetir ve gerçekten de Yunanlılara ağır bir darbe vurur ve Themistokles’in de gemisini parlatmayı başarır. Karaya çekilmiş olan Yunanlılar ağır kayıplar vermişlerdir. Savaşın kaybedildiği duygusu uyanmaya başlarken Xerxes’in kuzeydeki birliklerine döneriz. Leonidas ve 300 adamını devirmeyi basaran Pers kralı Atina’ya doğru ilerlemektedir. Artık onu durduracak bir şeyin kalmadığını düşünür. Tekrar deniz savaşına döndüğümüzde Dexos’un (Andrev Plevin) Themistokles’e Leonidas ve adamlarının öldüğünü bildirmesi üzerine yeni bir umut filizlenir. Artık birleşik Yunanistan’ın etrafında örgütlenebileceği bir fedakarlık ve kahramanlık öyküsü vardır. Bunu fırsat bilen Themistokles Dexos’a bu haberi bütün şehirlere ve köylere yaymasını söyler Dexos “ama hepsi öldü” deyince de “Sparta’nın fedakarlığı bizi birleştirecek” cevabını alır. Soluğu Atina’da alan Themistokles, Pers kralının mesajını ve Leonidas’ın kılıcını getirmiş olan eski bir Yunanlı yeni bir Persli olan “hain” Ephialtes’i dinler. Ardından o da Pers kralına bir mesaj gönderir ve onu Salamis körfezinde geriye kalan gemileriyle bekleyeceğini söyler. Leonidas’ın kılıcıyla Sparta’ya gider. Yas tutmakta olan kraliçe Gorgo’dan tekrar asker ve donanma ister. Kraliçe birleşik Yunanistan hayali için daha ne kadar fedakarlıkta bulunacağını söyleyerek çıkışır. Themistokles Kral Leonidas’ın kılıcını kraliçenin önüne koyar ve gider. Atinayı yerle yeksan etmiş olan Xerxes ve yanında duran Artemisia, Ephialtes’in getirdiği mesajı duyunca öfkelenirler. Artemisia Themistokles’in ölmediğini öğrenince tüm gücüyle ona saldırmaya karar verir - her ne kadar Xerxes öncelikle bir tuzak olup olmadığını öğrenmesini istese de – küçücük bir filoyla koca Pers donanmasıyla karşı karşıya gelir. Planları Artemisia’yı indirmektir nitekim onun yanına ulaşan Themistokles de bu düelloya girer. Bir türlü yenişemeyen ikili denizin açıklarında Sparta ve diğer şehir devletlerinin gemilerini görürler. Bütün Yunanistan birleşip Pers donanmasının “canını okumaya” geliyordu. Sonuç olarak da Persler hezimete uğratılırken birleşik bir Yunanistan hayali de gerçeğe dönüşür.

Şarkiyatçı Söylemin İnşasınını “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” Filminde Aramak 
11 Eylül öncesi Hollywood Sineması’nın Doğu’ya dair ürettiği söylemin daha çok mistik, egzotik ve gizemli öğelerle bezenmiş olduğu gözlemlenebilir. Bu durum 11 Eylül ile birtakım başkalaşımlar geçirmiştir. Özellikle militarist bir havanın hakim olduğu filmlerde Doğu; ucubelerden oluşan ordularıyla, despot yönetimleriyle, ilkel ve işgalci olarak resmedilmeye başlandı. Reel politikadan ve konjonktürden azade olmayan bu filmler basit eğretilemelerle tarafları, kahramanları tanımlamaktadır. Bu filmde de İran özelinde bir Ortadoğu devleti imgesi olarak Pers İmparatorluğu’nun konumlandırılması kolayca okunabilecek bir benzetmedir. Tabi bütün Batının ve demokrasinin, özgürlüğün ve hatta insanlığın kurucuları ve savunucuları olarak da Yunanlılar filmin olmazsa olmazıdır. Peşinen söylemek gerekir ki ilk film olan 300 Spartalı için yazılan söylenen eleştirilerin hemen hepsi bu filmi de kapsar. İlk film üzerine yapılan tespitler incelediğimiz “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” için de çok rahat söylenebilir: “Pollack, Amerikalıların zihinlerinde Pers isminin yalnızca egzotik bir imajı (örtülü kadınlar, tuhaf, garip yerler, labirent pazarlar, gösterişli halılar satan adamlar) çağrıştırdığını ifade etmektedir. Bu çağrışıma ek olarak Büyük Kral Darius ve Xerxes veya onlardan önce Cyrus, Salamis ve Marathon Savaşları’nda Amerikan ataları olan Yunanlılarla karşılaşmışlardır. İran ise, Amerikanlar için bir çok farklı imajı; çılgın Ayatullah’ı, teröristleri, Basra Körfezi’ndeki düşmanı çağrıştırmaktadır” (Akt. Yiğit, 2008: 240).
1979–80 arasında ABD’nin İran’la yaşadığı rehine krizinden sonra oluşan şoven dalgayla birlikte iktidardaki muhafazakarların tabandan aldığı “askeri canlanmayı yürürlüğe koyma onayını” belirten Rayn ve Kellner devamında, “ancak halkın militarizme ilişkin duyguları tümüyle homojen değildi. Kamuoyu yoklamaları, yabancı ülkelere müdahalelerin genellikle desteklenmediğini ortaya koyuyordu. Belki de bu nedenle, emperyal çıkarları saldırgan ve savaşçı bir tutumla savunmayı öngören muhafazakar ideallere taraftar toplamaya yönelik kültürel bir atak harekete geçmişti” (Rayn ve Kellner, 2010: 327) derler. Bu kültürel atağın bir algıyı oluşturmada ve yönlendirmede başvurduğu oryantalist söylemin altını kazırsak önümüze meşrulaştırılmaya çalışılan işgaller silsilesi çıkar. Hollywood’un bunun bir benzerini 1970’lerde Vietnam savaşında yaptığını da belirtmekte fayda var.
Mutman’ın altını çizdiği gibi, “statik ve tarihsiz Doğu formülü genel olarak köken sorunundan ayrı düşünülememektedir. Çünkü bu Doğu’yu geçmişte sabitleyen bir söylemsel figürdür” (Mutman 2002: 111). Böyle olunca da filmdeki Yunanlar ve Persler tarihsel konumlanma ve köken sorunundan bağımsız düşünülememektedir. Filmin giriş sekansındaki özgürlük ve demokrasi vurgusundan son karedeki, kameranın üzerine yürüyen ve kılıcını onu dikizleyen seyirciye kaldıran, Themistokles’in hırçın ifadesine kadar  vurgulanan “öz”le sarmal hale getirilmiş olan  Batı özgürlüğü ve gücü de bu tarihsel kökenle sunulur.
Film içindeki önemli karakterlerden biri olan Artemisia, Perslere dair çizilen “güçlü ordular” imajının da içini boşaltır. Çünkü o orduları yöneten ve yenilgi yüzü görmeyen, Darius’un da biricik generali olan bu kadın aslen bir Yunanlıdır. Köyünün yağmalanması ve ailesinin katledilmesiyle Yunan korsan gemilerinde uzun yıllar esir olan ve tecavüzlere uğrayan bu çocuk ölmek üzere sokağa terk edilmişken bir Persli tarafından bulunur, büyütülür ve eğitilir. Hem de Pers diyarının en iyileri tarafından (bu en iyi ilk filmde Leonidasın bir tekmesiyle kör kuyuya düşen elçiden başkası değildir). İntikam almaya yeminli olan Artemisia Darius’un ölümüyle tahta oturacak olan Xerxes’i bir kral-tanrıya dönüştürür. Bu hikaye henüz filmin başında Kraliçe Gorgo’nun dış sesiyle bize anlatılır ve sunulur: Aslında güçlü Persli yoktur güçlü “hain” Yunanlı vardır. Doğu’nun gücünü Batılı bir general inşa eder. Tabi bu generalin - “aslına ihanet etmiş” olan kişinin -bir kadın olması da üzerine tartışma yürütülecek başka bir konudur; ancak bu yazının kapsamı dışındadır.
Filmde çok sık karşılaştığımız bir diğer anlatı öğesi aydınlatmayla oluşturulan kontrastlık. Temel olarak sunulan iki atmosfer vardır. Biri gri, kasvetli ve karanlık bir havadır. Savaş sahneleri ve Persliler hep bu atmosfer içinde resmedilirler. Yunanlılar ise parlak ve sıcak tonların hakim olduğu, gökten saçılan parçalı ışık hüzmeleri altında ilahi bir konuma yükseltilerek resmedilir. Bunu meclis tartışmalarında, Sparta diyarında, yas tutan kraliçe Gorgo’nun ardında  uzanan kırsallarda sıklıkla görürüz. Kültürel olarak Yunanlılara atfedilen içinde tanrısal nitelikleri barındıran bu temsil biçimleri, Batı’nın kendi tarihi ve kökenini konumlandırış biçimlerinden bağımsız değildir. Buradan hareketle “temsiller, içinde yer alan kültürden de devralınır ve içselleştirilerek benliğin bir parçası haline getirilir. İçselleştirilen bu temsiller benliği, söz konusu kültürel temsillerde içkin olan değerleri benimseyecek şekilde yoğrulur. Bu nedenle bir kültüre egemen olan temsiller aslında can alıcı politik önem taşırlar”(Rayn ve Kellner, 2010: 37)  tespitinin altını çizmek gerekir.

Sonuç Yerine
Şarkiyatçılık, bağrında taşıdığı kolonyal anlayışı Batı’nın kendisini konumlandırdığı merkezle birlikte dünyayı eşit olmayan iki parçaya böldü. Bu bölünmenin tezahürleri olan ötekilerin kimlikleri, tarihleri ve yazgıları şarkiyatçı söylemle postkolonyal dönemde de kültürel alanda ablukaya alındı. Değişen empeyalizm beraberinde değişen sömürü biçimlerini de getirdi. Bu sömürü biçimleri sanattan politikaya birçok alanda sömlemsel düzeyde kendini meşrulaştıracak argümanları ve araçları üretmekte gecikmedi. Bu bağlamda Hollywood Sineması özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir güç olarak tarih sahnesine çıkan ABD’nin  önemli silahlarından biri oldu.
“300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” filminin Batı’yı ve özellikle ABD’yi özgürlüğün ve demokrasinin “yılmaz savunucusu” olarak konumlandırdığını buna karşın Doğu’yu ve özellikle İran’ı işgalci, vahşi ve terör saçan cani olarak nitelediğini söyleyebiliriz. Bunu yaparken de tarihin bir döneminde geçen bir olayı egemen ideolojinin süzgecinden geçirerek yeniden inşa eder. Bu inşa süreci şarkiyatçılığın en temel klişelerine uzanana dek gerçekleşir. Doğallaştırılmış ve özselleştirilmiş bir biçimde sunulan Doğu-Batı karşıtlığı/farklılığı hiçbir gri ardalan bırakmadan iyi–kötü düalizmi içine oturtulur.
Filmde sunulan Batılı savaşçıların tipolojileriyle birlikte militarizme yapılan övgünün faşist estetiğe örnek oluşturabilecğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda filmde de geçen “bir Spartlı’nın en büyük başarısı, Sparta’nın varlığı için savştığı alanda ölü olarak yattığı andır” söylemi görkemli bir “vatan savunusu” edasıyla sunulur. Bir idealin savunucusu olan Batı karşısına amaçsız ve işgalci Doğu’yu koyar.
Themistokles’in kraliçe Gorgo’ya dediği gibi “yeni bir çağ başlıyor”. Lakin bugünün yeni çağı Themistokles’in bahsettiğinden biraz farklı. En kaba haliyle ezen ve ezilenin karşı karşıya kaldığı bu çağda kulanılan söylemlerin ve üretilen eserlerin neye hizmet ettiğini çözmek, bunları yapısökümüne maruz bırakmak zaruri bir hal alıyor.   


         



       



Kaynakça
Ryan, M. ve Kellner, D. (2010)  Politik Kamera, İstanbul:  Ayrıntı Yayınları
Fanon, F. (2014) Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul: Versus Kitap
Said, E.W.  (2010) Şarkiyatçılık ,  İstanbul : Metis Yayınları
Said, E.W.  (2010) Kültür ve Emperyalizm,  İstanbul: Hil Yayın
Anderson, B.  (2015) Hayali Cemaatler, İstanbul: Metis Yayınları
Harvey, D. (2004a) Yeni Emperyalizm, İstanbul: Everest Yayınları
Harvey, D. (2004b) “Yeni” Emperyalizm: Mülksüzleşlme Yoluyla Birikim. Praksis, 11, 23-48.
Arendt, H.  (2014)  Totalitarizmin Kaynakları/2  Emperyalizm , İstanbul: İletişim Yayınları
Chatterjee,  P. (2006) Mağdurların Siyaseti, İstanbul: İletişim Yayınları
Memmi, A. (2014) Sömürgenin ve Sömürgeleştirilenin Portresi, İstanbul: Versus Kitap
Topçu, Y.G. (Ed.).  (2010)  Hollywood’a Yeniden Bakmak, Ankara: De ki Basım Yayın
Lomba, A. (2000) Kolonyalizm Postkolonyalizm, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Yetişkin, E. (2010) Postkolonyal Kavramlar Üzerene Notlar. Toplumbilim, 25, 15-20.
Göle, N. ve Sustam, E. (2010) Nilüfer Göle İle Postkolonyalizm Üzerine. Toplumbilim, 25, 101-108.
Mutman, M. (2010) Postkolonyalizm: Ölü Bir Disiplinin Hatıra Defteri. Toplumbilim, 25, 117-128.
Mutman, M. (2002) Şarkiyatçılık: Kuramsal Bir Not, Doğu Batı (Oryantalizm II), 20, 105-113
Young, Robert J. C. (2001) Postcolonialism An Historical Introduction, Oxford: Blackwell Publishing
Güngör, F. S. (2011) Oryantalizm ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’ya Bakışının Sinemaya Yansımaları. Yayımlanmamış doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
Çıtak, E. (2014) Postkolonyalizm ve Batı Sinemasında Doğu-Batı Ayrımına Yönelik Postkolonyal Öğeler. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2, 561-578.
Yiğit, Z. (2008) Hollywood Sineması’nın Yeni Oryantalist Söylemi ve 300 Spartalı. Selçuk İletişim Dergisi,5, 236-249.



  





  




[1] Mersin Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Yüksek Lisans

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder