Şivan Benek
Giriş
Bu çalışmada Nelson Pereira dos
Santos’un 1963 yapımı filmi Secas Vidas(Çorak
Yaşamlar) üzerinden sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası faaliyetlerin sinemada
nasıl görünürlük kazandığına inceleyeceğiz. 2. Dünya savaşından sonra özellikle
İtalya’da Yeni Gerçekçilik akımının sorunsallaştırdığı sosyal, kültürel,
sınıfsal eşitsizlikler daha sonra dünyanın farklı yerlerinden sinemacıların
ilham alacağı bir yönelime dönüşecekti. Biz de bu çalışmada Yeni Gerçekçilikten
etkilenerek Brezilya’da ortaya çıkan Cinema Novo örneklerinden olan Secas Vidas filminden hareketle,
kolonyalizm ve post-kolonyalizmi irdelemeye çalışacağız. En nihayetinde filmler
kültürel göstergelerdir ve belli coğrafyaları okuyabilmemiz için bizlere
kültürel kodlar sunarlar. Biz de Brezilya’daki bu kodları Secas Vidas üzerinden görünür kılmaya çalışacağız.
Kolonyalizmin Tarihine Bakmak
Özellikle 15. Ve 16. Yüzyıllarda
Avrupalılar’ın deniz aşırı seferlere başlamasıyla birlikte artan toprak ve
mülkiyet arayışı, Avrupa dışındaki coğrafyalarda günümüze kadar sürecek olan
bir sorunun kaynağını oluşturacaktı. Bu sorunun kaynağı erken kolonyal dönemde
fiili sömürüye dayanırken 20. Yüzyılla birlikte değişen dünya düzeninde yeni
bir forma bürünecekti. Kolonyalizmi “başka insanların toprakları ve mallarının
fethedilmesi ve denetlenmesi” olarak tanımlayan Loomba, fethedilen
topraklardaki insanın- sömürgecinin yeni topluluklar oluşturma adına- yapısı
üzerindeki etkilerini şöyle ifade etmiştir: “yeni topraklarda bir ‘topluluk
oluşturma’ süreci zorunlu olarak daha önce orada zaten bulunan toplulukları
bozma ya da yeniden oluşturma süreci anlamına gelir ve ticaret, pazarlık,
soykırım, köleleştirme ve isyanlar dâhil olmak üzere kapsamlı bir pratikler silsilesini
içerir.” ( Loomba, 2000: 19). Bu bağlamda bizim de ele alacağımız,
yönetmenliğini Nelson Pereira dos Santos’un yaptığı 1963 Brezilya yapımı Çorak Yaşamlar filminde, Brezilya
coğrafyasının 15-16. Yüzyıllarda Portekiz tarafından sömürgeleştirilmesinden
sonraki süreçte, yerli halkın sömürgecilikten kaynaklı 20. Yüzyılda içinde
bulunduğu sefalet, yokluk ve yoksulluk sorunsallaştırılmıştır. Kolonyalist
itkinin özellikle Avrupalı ulusların emellerini süslüyor olmasının nedeni ne
olabilirdi? Avrupa dışındaki kara parçaları gerçekten “bağımlı” ya da “tabi”
halklar mıydı? Bu soruların cevapları elbette ki” hayır” dır. Öyleyse geriye
şöyle bir seçenek kalıyor; Avrupa ulusları salt keşfetme amacıyla bu sömürü
düzenini başlatmamışlardı. İmparatorluk yarışlarında değişen güç dengelerinin
alternatiflerini oluşturmak, ham madde arayışları en temel sömürü dürtüsünü
oluşturmaktadır diyebiliriz. Ania Loomba’ya göre kolonyalizm kelimesi; “çiftlik
ya da yerleşke anlamına gelen ve başka topraklara yerleşseler de Roma yurttaşı
sayılmaya devam eden Romalılar’a gönderme yapan Latince colonia sözcüğünden gelir”(Loomba, 2008:18). Tam da Lomba’nın
aktardığı gibi 16. Yüzyılla birlikte Batı artık kendisini dünyanın karakolu
olarak görmekteydi. Özellikle Osmanlı’nın mevcut stratejik ticaret yollarını
elinde bulundurmasının da bu sömürgeci arayışa sebebiyet verebileceğini
düşünebiliriz. Güçlü donanmalarıyla İspanyollar ve Portekizli’ler Amerika’yı,
İngilizler Avustralya’dan Hindistan’a kadar olan üçgeni, daha erken tarihlerde
Fransızlar Kuzey Afrika ve Çin Hindini, Belçikalı’lar ve Hollandalı’lar da
Afrika’nın iç bölgelerini imparatorluklarının arka bahçesiymiş gibi asırlarca
kullanıp sömürdüler. Fiziki sömürü uzun yıllar sürdükten sonra bunun diplomatik
ayağı da geliştirildi zaman içerisinde. Bu durumda Kolonyalizm, “bir hakim
yabancı gücün kendi politik ve ekonomik çıkarlarına uyacak şekilde bir yerin
hukuk, ticaret, eğitim gibi üretim sistemlerini yeniden düzenlemesidir.
Kolonyalizm hakim ve baskın olanın lehine işleyen bir tektipleştirme programı
olarak nitelendirilebilir. Sömürülenin bilişsel ve maddi varlıkları ile
kaynaklarının tek taraflı kullanılmasıdır”(Yetişkin, 2010:15) diyebiliriz.
Kolonyalistler yerleştikleri
coğrafyaları, ekonomik, demografik, kültürel olarak deforme etmişlerdir. Filmimizde
de değineceğimiz gibi Latin Amerika coğrafyası da 15. Ve 16. Yüzyıllarda
Portekizli ve İspanyol istilacılar tarafından sömürülmüşlerdir. Kıtanın diğer
dilleri ve kültürleri zamanla ya minimize edilmiş ya da yok edilmişlerdir.
Günümüzde Latin Amerika kıtasına baktığımızda konuşulan baskın diller
İspanyolca ve Portekizce olarak karşımıza çıkmaktadır. Yerliler ya kıyımdan
geçirilmişler ya da köleleştirilmişlerdir. Bu durum zamanla “yerlinin” benliğinde
bir tahribata yol açar. Bu durumu ,“kendi yerel kültürel özgünlüklerinin
katledilmesi ve gömülmesiyle ruhlarında bir aşağılık kompleksi yaratılmış
insanlar” (2014: 18) olarak tanımlamaya çalışır Fanon.
Kolonyalizmin varlığını anlamak için kültürel
çalışmalara değinmekte yarar vardır. Özellikle Edward Said’in 1978’de yazdığı
“Şarkiyatçılık” adlı eserinde Batı’nın kendisini hangi kodlarla var ettiğini
anlatmaya çalışır. Ona göre Batı, Doğu’yu referans alarak varlığını merkezi
olarak konumlandırmıştır. Loomba şöyle belirtir; “Şarkiyatçılık’ın kolonyalizm
hakkında yeni türden bir çalışma başlattığı söylenebilir. Said, Avrupa kökenli
metinlerin, seyahatnamelerin ve diğer yazıların Avrupa ile onun ‘ötekileri’
arasında bir ikilik yarattığını ve bu ikiliğin hem Avrupa kültürünün
yaratılmasında hem de Avrupa’nın başka ülkeler üzerinde kurduğu hegemonyanın
sürdürülmesi ve genişletilmesinde merkezi bir yer tuttuğunu savunur”(Loomba,
2000:65). Özellikle Avrupalı romancıların eserlerinde Doğu mistik ve gizemli
bir yermiş gibi tasvir edilerek Batı’nın onu keşfetmesi ve ehlileştirmesi
gerektiği fikri baskındır. Said “şark” bilgisinin Batı tarafından oluşturuluşu
hakkında şunu söyler; “Şarkiyatçılıkta ortaya çıkan Şark, Şark’ı Batı
bilgisine, Batı bilincine sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçler öbeği
bütünü tarafından şekillendirilmiş bir temsil biçimleri dizgesidir” (Said,
2012:215). Said devamla şunları aktarır: “Şarkiyatçılık tarihin herhangi bir
anında Batı’da var olan, Şark’a ilişkin olgusal bir öğreti değildir sadece;
aynı zamanda (Şarkiyatçı diye adlandırılan akademisyen mütehassıslar dikkate
alındığında) etkili bir akademik gelenek olmanın yanı sıra, seyyahlar, ticari
girişimler, yönetimler, askeri seferler, roman ve egzotik macera hikayesi
okurları, doğa tarihçileri ve Şark’ı özel mekanlar, halklar, uygarlıklar
hakkındaki özel bir bilgi türü olarak gören hacılar tarafından belirlenmiş bir
bilgi alanıdır da…dolayısıyla şark hakkında dile getirebilecekleri bakımından
her Avrupa’lının sonuçta ırkçı, emperyalist, neredeyse hepten etnikmerkezci
olduğunu söylemek de yerinde olur”(Said, 2012:215-216) gibi genelleyici
cümlelerle Batı’nın şark tahayyülünü deşifre eder. Böylece Said, Batı’nın
edebiyat eserlerinin hiç de masumane olmadıklarını aslında emperyalist bir itki
barındırdıklarını vurgulamaya çalışır. Buna benzer bir görüşü Loomba şu şekilde
ifade eder: “edebiyat incelemeleri, Batılı değerlerin yerlilere kazandırılması,
Avrupa kültürünün üstün bir kültür ve insani değerlerin ölçüsü olarak kurulması
ve böylelikle kolonyal egemenliğin korunması girişimi esasında anahtar bir rol
oynayacaktı” (Loomba, 2000:109).
Post-Kolonyalizm
18.yüzyılda tekelci
kapitalizmin hakimiyet alanını genişletmesiyle birlikte sömürgecilik farklı bir
boyut kazanacaktı. Özellikle 2. Dünya savaşından sonra sömürgeler birer birer
ulusal bağımsızlıklarına kavuştular. Sömürgecilik ya da sömürge zihniyeti
başlangıç noktasında taşıdığı emelleri kısmen kaybetmiş olsa da 19.yüzyıl
emperyalizmi ile sömürgecilik sonrası yeni bir sayfa açmaktaydı. Artık
uluslar/ülkeler gelişmiş, azgelişmiş, “1.dünya”, “2.dünya” ve “3. Dünya” gibi
kavramlarla tanımlanmaya başlamıştır. “Üçüncü dünya terimini anlayabilmek için
İkinci Dünya savaşını takip eden yıllarda gerçekleşen köklü değişimleri
hatırlamamız gerekir. 1950’ler ve 1960’lar Avrupa sömürgeciliğin çöküşte olduğu
yıllardır. Bu yıllarda sömürgecilik düzeni büyük bir darbe yemiş, eski
sömürgeler birer ikişer bağımsızlığını kazanmaya başlamıştır” (Çetin Erus,
2007: 20). Fakat 19. Yüzyılla birlikte ekonomik olarak sömürülmüş ve
gelişememiş ulusları bekleyen asıl tehlike kapitalizmin gelişmeci evrelerinden
biri olan emperyalizmdir. Lenin’e göre (1922);”emperyalizmin olabildiğince kısa
bir tanımı istenseydi, emperyalizmin, kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu
söylemek gerekirdi. Böyle bir tanım meselenin özünü içerirdi; bir yandan mali
sermaye, tekelci sanayi birliklerinin sermayesiyle iç içe geçip kaynaşmış az
sayıdaki tekelci büyük bankanın sermayesini ifade eder: öte yandan dünyanın
paylaşılması da, henüz hiçbir kapitalist güç tarafından ele geçirilmemiş
bölgelere rahatça yayılan bir sömürge politikasından tümüyle paylaşılmış
yeryüzü topraklarını tekelci egemenlik altına alan sömürge politikasına geçişi
ifade eder”(Lenin, 2005:118). Arendt’e
göre “Emperyalizm, kapitalist
üretim deki hakim sınıfın ekonomik genişlemesi ulusal sınırlara dayandığında
ortaya çıktı(Arendt,2014:15) ve ona göre “19.
yüzyılda ortaya çıkan emperyalizm, Lenin'in dediği gibi kapitalizmin son
aşaması değil burjuva iktidarının ilk aşamasıdır”(Arendt,2014). Emperyalizmin
bu tekelci yapısı sermayeyi dolaşıma sokarak yayılmacı bir itkiyle hareket
etmektedir. Artık kolonicilik fikri rafa kaldırılmış siyaseten bürokrasi de
kullanılarak emperyal amaçlar sergilenmektedir. “Siyasetin sürekli ve yüce
amacı olarak yayılma, emperyalizmin ana siyasi fikriydi. Bu fikir, ne geçici
bir yağmayı ne de fethin yol açtığı daha uzun süreli bir asimilasyon ifade
etmekteydi; O nedenle, siyasi düşüncenin ve eylemin uzun tarihinde tamamen yeni
bir kavramdı”(Arendt,2014:14).
20.yüzyılla birlikte kapitalizmin sermaye
birikimini aktaracağı mekanlar/coğrafyalar yerel işbirlikçiler
gerektirmekteydi. Sermayenin dolaşıma girdiği coğrafyalarda yerel burjuvaziler
oluşturulmaktaydı. Harvey’e(2004) göre “kapitalizm, sürekli olarak kendi
faaliyetlerini kolaylaştıracak coğrafi mekanlar arar, zamanın bir noktasında bu
mekanını tamamen yok etmek zorunda kalır ve yine zamanın başka bir kesitinde
sonsuz sermaye birikimi açıklığını doyuracak tamamıyla farklı başka bir coğrafi
mekan yaratır. İşte bu sermaye birikiminin, yaratıcı yıkım etkinliğinin
tarihidir.(Harvey,2004:85-86). Bu durum sermayenin yeni güç alanları
yaratmasını zorunlu kılar. Bu da girilen ülkenin/coğrafyanın hakimiyetini
siyaseten ele geçirme ya da siyaseten gütmedir. Arendt “sonsuz zenginlik birikimi, sonsuz güç birikimine dayalı olmak
zorundadır”(Arendt, 2014) diyerek aslında tam da bu durumu kastetmektedir.
Ulus-devlet yapısı ya sermayeye direnecek ya da sermayeyle birlikte
kapitalizmin sömürüsüne ortak olmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle 2. Dünya
savaşından sonra bağımsızlıklarına kavuşan uluslar için hiçbir şekilde tehlike
atlatılmış değildir. Said’e(2010) göre “modern emperyalizm, hemen hiçbir şeyi kaçırmayacak kadar küresel ve her
şeyi kapsar niteliktedir; bunun yanı sıra 19. yüzyılın emperyal çatışmaları
bugün hala sürmektedir”(Said,2010:123 ). “Emperyalizm kurtuluş ve bağımsızlık savaşları
ile türetilmiş olan ulus-devlet milliyetçiliğinin sömürgecilikten miras aldığı
“ bir ötekini varsayarak kendi özgün ve farklı kimliğini kurma ve muhafaza
etme” perspektifi ilerlemiş, gelişmiş ve aydın olarak değerlendirilen elitlerin
“uluslararası iş bölümünü” ve “ekonomik-politik kalkınmayı ve istikrarı”
sağlama söylemiyle yabancı sömürgeci ile işbirliği yapması da sömürgeciliğin
bugün mazide kalmış olduğunu sürekli yeniden hatırlatan bir başka unsurdur”
(Yetişkin, 2010: 15).
Kapitalizmin
form değiştirerek ilerlemeci bir yapıya büründüğünü söylemiştik. Yarattığı
savaşlarla krizler yaratarak ve bu krizleri fırsatlara dönüştürerek küresel
ekonomiyi birbirine eklemleyen kapitalizmin son formu olan neo-liberalizm; var
olan sömürü düzenini ulus-devlet mefhumunun dışına taşırarak sürdürmektedir.
“Çağımızda doğrudan sömürgecilik büyük ölçüde sona ermiştir; emperyalizm ise
bir tür genel kültür alanında ve belirli siyasal, ideolojik, iktisadi ve
toplumsal uygulamalarda, başka bir deyişle her zaman olduğu yerde varlığını
sürdürmektedir. Klasik 19. Yüzyıl emperyal kültürünün sözcük dağarcığı,
‘aşağı’, ya da ‘tabi ırklar’, ‘ikincil halklar’, ‘bağımlılık’ ve ‘otorite’ gibi
sözcük ve kavramlarla doludur”(Said,2010:45).
Modernleşmenin
kriteri olarak Batı değerlerini dayatan Batı ülkeleri günümüzde de Batılı
olmayan ya da sömürgecilik döneminden kaynaklı gerekli iktisadi refahı
yakalayamamış olan uluslara modernizmi dayatmaktadırlar. Bunun sonucunda
aslında yeni bir tür bağımlılık yaratılarak zorunlu sömürü mekanizması
yaratılmaktadır. “Sömürgeci ile sömürge
arasındaki müphem ilişkiyi açığa çıkaran taklitçilik, emperyalizm ve yeni
sömürgeciliğin yayılmasını sağlayan bir politikadır. Kavramı geliştiren Bhabha’
ya göre “ sömürgeci taklitçilik, (…) farkın öznesi (ya da konusu) olan ıslah
olmuş, ayırt edilebilir öteki için duyulan arzudur” ( Yetişkin, 2010: 18).
Çoraklaştırılmış Topraklar ve Çorak
yaşamlar
1963 yılında Nelson
Pereira dos Santos tarafından çekilen, Graciliano Ramos’un aynı adlı romanından
uyarlanan filmin özgün adı Vidas Secas (Portekizce),İngilizce Barren Lives, Türkçe ise Çorak Yaşamlar diye çevrilmiştir. Filmin
süresi 100 dakikadır. Film, 1940-1942 yılları arasında Brezilya’nın fakir bir
bölgesinde sığır çobanlığı yaparak hayatta kalmaya çalışan Fabiano(Atila
Iorio), karısı(Sinha Vitoria) ve iki çocuğunun yoksulluğunu, yokluğunu ve
Brezilya’daki sınıfsal eşitsizlikleri konu edinmiştir.
Fabiano ve karısı Vitoria 40
yaşlarında, okuma yazma bilmeyen, Brezilya kırsalında yaşayan ve geçici
çobanlık işlerinde çalışan bir çifttir. İki erkek çocukları ve Baleia adında
bir köpekleri vardır. Film, bir durum öyküsünü iki yıllık bir zaman diliminde
(1940-1942) ele alır. Açılış sekansında Fabiano ve karısı önde, çocukları
arkada çobanlık yapmak üzere yol alırlar. Geçtikleri coğrafya çorak bir
arazidir ve bu yolculukla birlikte filmin giriş müziği daha başından izleyiciyi
rahatsız edici bir şekilde tasarlanmıştır. Müzik adeta bir yoksulluk çığlığına
kulak vermek gerektiğini haykırmaktadır. Çünkü Brezilya kırsalı Fabiano’nun
ailesi üzerinden sorunsallaştırılmaya çalışılmaktadır. Adından da anlaşılacağı
üzere Brezilya ‘çoraklaştırılmıştır”. Bu doğal bir çoraklık değil elbette,
yüzyıllar boyunca sömürülmüş bir coğrafyanın ardında kalanlardır. Kavurucu
güneşin altında geçen uzun bir yürüyüşten sonra Fabiano ve ailesi çobanlık
yapabilecekleri bir malikaneye ulaşırlar, Fabiano sürü sahibinden iş ister ve
işi alır. Fakat henüz şatafatlı günler çok uzaktadır onlar için, çünkü yalnızca
sömüren dışardan gelen istilacılar olmamıştır, şimdi de sömürgecilerin
sömürgelere yerleştirdikleri yerel burjuvazi vardır. Ve bu elit grubun
çıkarlarını kollamakla görevli polis ve ordu da bunun cabasıdır. Yetiştirdiği
domuzun etini satmak için kasabaya giden Fabiano bu kez de vergi sorunuyla
karşılaşır. Bunun karşısında “belediyenin domuzuma ortak olduğunu bilmiyordum
“der. “Sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır. Ayrım çizgisi, hudut, kışla
ve karakollarla temsil edilir. Sömürgelerde, sömürgeleştirilenin resmi ve
kurumsal muhatabı, sömürgecinin ve baskı rejiminin sözcüsü, polis ve
ordudur”(Fanon, 2013:44). Sefaletin, sömürünün yalnızca kırsalda olmadığını
anlayan Fabiano mevcut ikili sömürü yapıyı sorgulamaya başlar.
Filmde, sürü sahibi yerli,
burjuvaziyi temsil eder. Ordu, polis ve kilise kendisinin himayesindedir. Onun
için çobanlık yapan Fabiano karısının hesaplamalarına göre hak ettiği parayı
alamamıştır ve bu durum karşısında patronla tartışır ancak patron, okuma yazma
bilmeyen Fabiano’ya ‘hak ettiği parayı verdiğini’ söylerken bile minnetsizdir
ve onun yüzüne bakmaz, muhatap olarak kabul etmez. Filmde sınıfsal karşıtlıklar
keskin bir biçimde resmedilmiştir. Brezilya ulus olarak bağımsızlığına
kavuşmuştur ancak emperyalizmin etkisi ulusal bazda hala devam etmektedir.
“Bağımsızlığına yeni kavuşan ulus devlet, özgürlüğün meyvelerini yalnızca seçme
yaparak ve eşitsiz dağıtır. Kolonyal egemenliğe son verilmesi kolonileştirilmiş
ülkelerin çoğunda kadınların statülerinde, işçi sınıfının ya da köylülüğün
hayat koşullarında otomatik olarak bir iyileşmeye yol
açmamıştır”(Loomba,2000:29). Arendt bu
durumu şöyle ifade eder; “sömürgeci ve onun ulusal sınırlar içerisindeki
temsilcileri tahakküm uygulamakta onlara yardımcı olabilecek ve çıkarlarını
sürdürmelerine engel olmayacak şekilde yasalar çıkartarak kendilerini korurlar
ve halkı daha da fakirleştirip kendilerine muhtaç hale getirirler. Ayrıca her
yerdeki emperyalist idareciler, ulus tarafından kontrol edilmenin yükünü
dayanılmaz bulmakta ve tahakküme yönelik bir tehdit olarak
görmekteydiler”(Arendt,2014:29)
Çorak yaşamlar filminde ulusal
yoksulluk ve yoksun bırakılma hali dini de sorunsallaştırarak ele alır. Dinin
sömürgecilerin ve burjuvazinin yönetim silahlarından biri olabileceği ima
edilir. Nitekim Fabiano’nun karısı sürekli bulunduğu kötü koşulların düzelmesi
için ‘Meryem’ e dua eder ve kendisini cehennemden korumasını ister. Bu durum
karşısında oğlu sürekli annesine “cehennem ne?” diye sorar. Aslında film tam da
cehennemi resmeder. Sömürülen coğrafya çoraklaştırılmış ve cehenneme dönüştürülmüştür.
Sömürgeleştirilenin bu durumunu Fanon şöyle açıklar; “Sömürge halkının pasifleştirilmesinde sömürge burjuvazisine “
olmazsa olmaz” din yardım ve yataklık
yapar. Tokat yediğinde öteki yanağını çeviren, kendisine karşı günah
işleyenleri affeden, tükürülür ve hakaret edilirken hiç irkilmeyen bütün
azizler el üstünde tutulur ve örnek gösterilir. Sömürge ülkelerin seçkinleri, o
azatlı köleler, bir zamanlar hareketin başındayken sonunda kaçınılmaz olarak bir
mücadele taklidi üretirler(Fanon, 2014:72).
Film, yoksullaştırılmış ve sömürülmüş Brezilya kırsalındaki insanları
sömürgeciliği deşifre ederek ele alır. Ulus-devletle birlikte oluşan yerli
burjuvazi ikili karşıtlıklarının aşikarlığı için rehber niteliğindedir.
Kasabadaki sürü sahibi “patrondur” artık, ve muhtemelen ötekilerin ‘gerçek
insanlar gibi yaşayamamasının’ da müsebbibidir. Fabiano’nun karısı “bir gün
gerçek insanlar gibi yaşayacağız” hayaliyle hayata tutunmaktadır. Belki de
sömürülenin hayatta kalmasının tek sebebidir bu. Fanon 3. Dünya ülkeleri ezilenleri için bu
durumu biraz genelleyerek şöyle der; “bir kurtuluş Savaşı sırasında kitlelerin
harekete geçmesi, her insanın bilincine ortak dava, ulusal kader ve kolektif tarih
nosyonu sokar. Bunun sonucu olarak, ikinci aşama, yani ulusun inşa aşaması da kan
ve öfke ile harmanlanmış bu çimentonun varlığı sayesinde kolaylaşır böylece
azgelişmiş ülkelerde kullanılan sözcüklerin özgünlüğünü daha iyi kavrarız. Sömürge
döneminde halk ezilmeye karşı savaşa çağrılır. Ulusal kurtuluştan sonra da
yoksulluğa, cahilliğe ve az gelişmişliğe karşı savaşmak zorundadır. Mücadele
devam ettiği söylenir. Halk yaşamın, sonu olmayan bir mücadele olduğunu
kavrar.(Fanon, 2014:97). Bu savın tam anlamıyla filmde karşılık bulduğunu söyleyemezsek
bile Fabiano’nun karısının “bir gün gerçek insanlar gibi yaşayacağız” sözü
aslında henüz her şeyin bitmediği ve yeni bir mücadele dinamiğinin oluşacağının
göstergesidir.
Sonuç
1960’larla birlikte
artık sorgulanmaya başlayan sömürgecilik yerini ulusal bağımsızlıklara
bırakmıştır. Sömürgecilik sonrası ulusal bilinçlenme faaliyetlerine sinema da
katkıda bulunmaya çalışmıştır. Özellikle “gerçekçilik” temel referans
noktalarından biri olmuştur. Sömürgecilik döneminden devralınan yoksulluk “geri
bırakılmışlık” sinemada oldukça belirgin bir yer tutmuştur. Batı dışındaki
diğer coğrafyalarda olduğu gibi Latin Amerika coğrafyasında da bu olgu bir
kadermişçesine kabullenilmeyip çeşitli mücadeleler verilmiştir. Bizim bu
çalışmada değinmediğimiz 3.Sinema kavramı geniş bir perspektifle izleyiciyi
aktif konuma getirmeyi amaçlamıştır. Tekelleşen Batı sinemasının yeni bir
kültürel ve ekonomik sömürüyü dayattığını savunan Cinema Novo ve 3. Sinemacılar,
sinemayı ulusal bilinçlenmenin bir edimcisi gibi görüp kullanmaya
çalışmışlardır.
Kaynakça
Arendt. H. (2014) Totalitarizmin Kaynakları. İletişim Yayınları. İstanbul
Biryıldız . E. Ve Erus Z.Ç (Ed) (2007) Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması.
Es yayınları. İstanbul
Fanon. F.(2014) Yeryüzünün Lanetlileri. Versus Yayınları. İstanbul
Loomba. A. (2000) Kolonyalizm Postkolonyalizm. Ayrıntı yayınları. İstanbul
Harvey. D. (2004) Yeni Emperyalizm. Everest yayınları. istanbul
Said. E. (2012)Şarkiyatçılık. Metis yayınları. İstanbul
Said.E. (2010) Kültür ve Emperyalizm. Hil yaynları. İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder