4 Haziran 2016 Cumartesi

         KOLONYALİZM VE POST KOLONYALİZM BAĞLAMINDA “VİDAS SECAS (ÇORAK YAŞAMLAR) FİLMİNİN İNCELENMESİ
                                                                                                               Şivan Benek
Giriş
          Bu çalışmada Nelson Pereira dos Santos’un 1963 yapımı filmi Secas Vidas(Çorak Yaşamlar) üzerinden sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası faaliyetlerin sinemada nasıl görünürlük kazandığına inceleyeceğiz. 2. Dünya savaşından sonra özellikle İtalya’da Yeni Gerçekçilik akımının sorunsallaştırdığı sosyal, kültürel, sınıfsal eşitsizlikler daha sonra dünyanın farklı yerlerinden sinemacıların ilham alacağı bir yönelime dönüşecekti. Biz de bu çalışmada Yeni Gerçekçilikten etkilenerek Brezilya’da ortaya çıkan Cinema Novo örneklerinden olan Secas Vidas filminden hareketle, kolonyalizm ve post-kolonyalizmi irdelemeye çalışacağız. En nihayetinde filmler kültürel göstergelerdir ve belli coğrafyaları okuyabilmemiz için bizlere kültürel kodlar sunarlar. Biz de Brezilya’daki bu kodları Secas Vidas üzerinden görünür kılmaya çalışacağız.
     
                                       Kolonyalizmin  Tarihine Bakmak
          Özellikle 15. Ve 16. Yüzyıllarda Avrupalılar’ın deniz aşırı seferlere başlamasıyla birlikte artan toprak ve mülkiyet arayışı, Avrupa dışındaki coğrafyalarda günümüze kadar sürecek olan bir sorunun kaynağını oluşturacaktı. Bu sorunun kaynağı erken kolonyal dönemde fiili sömürüye dayanırken 20. Yüzyılla birlikte değişen dünya düzeninde yeni bir forma bürünecekti. Kolonyalizmi “başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve denetlenmesi” olarak tanımlayan Loomba, fethedilen topraklardaki insanın- sömürgecinin yeni topluluklar oluşturma adına- yapısı üzerindeki etkilerini şöyle ifade etmiştir: “yeni topraklarda bir ‘topluluk oluşturma’ süreci zorunlu olarak daha önce orada zaten bulunan toplulukları bozma ya da yeniden oluşturma süreci anlamına gelir ve ticaret, pazarlık, soykırım, köleleştirme ve isyanlar dâhil olmak üzere kapsamlı bir pratikler silsilesini içerir.” ( Loomba, 2000: 19). Bu bağlamda bizim de ele alacağımız, yönetmenliğini Nelson Pereira dos Santos’un yaptığı 1963 Brezilya yapımı Çorak Yaşamlar filminde, Brezilya coğrafyasının 15-16. Yüzyıllarda Portekiz tarafından sömürgeleştirilmesinden sonraki süreçte, yerli halkın sömürgecilikten kaynaklı 20. Yüzyılda içinde bulunduğu sefalet, yokluk ve yoksulluk sorunsallaştırılmıştır. Kolonyalist itkinin özellikle Avrupalı ulusların emellerini süslüyor olmasının nedeni ne olabilirdi? Avrupa dışındaki kara parçaları gerçekten “bağımlı” ya da “tabi” halklar mıydı? Bu soruların cevapları elbette ki” hayır” dır. Öyleyse geriye şöyle bir seçenek kalıyor; Avrupa ulusları salt keşfetme amacıyla bu sömürü düzenini başlatmamışlardı. İmparatorluk yarışlarında değişen güç dengelerinin alternatiflerini oluşturmak, ham madde arayışları en temel sömürü dürtüsünü oluşturmaktadır diyebiliriz. Ania Loomba’ya göre kolonyalizm kelimesi; “çiftlik ya da yerleşke anlamına gelen ve başka topraklara yerleşseler de Roma yurttaşı sayılmaya devam eden Romalılar’a gönderme yapan Latince colonia sözcüğünden gelir”(Loomba, 2008:18). Tam da Lomba’nın aktardığı gibi 16. Yüzyılla birlikte Batı artık kendisini dünyanın karakolu olarak görmekteydi. Özellikle Osmanlı’nın mevcut stratejik ticaret yollarını elinde bulundurmasının da bu sömürgeci arayışa sebebiyet verebileceğini düşünebiliriz. Güçlü donanmalarıyla İspanyollar ve Portekizli’ler Amerika’yı, İngilizler Avustralya’dan Hindistan’a kadar olan üçgeni, daha erken tarihlerde Fransızlar Kuzey Afrika ve Çin Hindini, Belçikalı’lar ve Hollandalı’lar da Afrika’nın iç bölgelerini imparatorluklarının arka bahçesiymiş gibi asırlarca kullanıp sömürdüler. Fiziki sömürü uzun yıllar sürdükten sonra bunun diplomatik ayağı da geliştirildi zaman içerisinde. Bu durumda Kolonyalizm, “bir hakim yabancı gücün kendi politik ve ekonomik çıkarlarına uyacak şekilde bir yerin hukuk, ticaret, eğitim gibi üretim sistemlerini yeniden düzenlemesidir. Kolonyalizm hakim ve baskın olanın lehine işleyen bir tektipleştirme programı olarak nitelendirilebilir. Sömürülenin bilişsel ve maddi varlıkları ile kaynaklarının tek taraflı kullanılmasıdır”(Yetişkin, 2010:15) diyebiliriz.
               Kolonyalistler yerleştikleri coğrafyaları, ekonomik, demografik, kültürel olarak deforme etmişlerdir. Filmimizde de değineceğimiz gibi Latin Amerika coğrafyası da 15. Ve 16. Yüzyıllarda Portekizli ve İspanyol istilacılar tarafından sömürülmüşlerdir. Kıtanın diğer dilleri ve kültürleri zamanla ya minimize edilmiş ya da yok edilmişlerdir. Günümüzde Latin Amerika kıtasına baktığımızda konuşulan baskın diller İspanyolca ve Portekizce olarak karşımıza çıkmaktadır. Yerliler ya kıyımdan geçirilmişler ya da köleleştirilmişlerdir. Bu durum zamanla “yerlinin” benliğinde bir tahribata yol açar. Bu durumu ,“kendi yerel kültürel özgünlüklerinin katledilmesi ve gömülmesiyle ruhlarında bir aşağılık kompleksi yaratılmış insanlar” (2014: 18) olarak tanımlamaya çalışır Fanon.
                Kolonyalizmin varlığını anlamak için kültürel çalışmalara değinmekte yarar vardır. Özellikle Edward Said’in 1978’de yazdığı “Şarkiyatçılık” adlı eserinde Batı’nın kendisini hangi kodlarla var ettiğini anlatmaya çalışır. Ona göre Batı, Doğu’yu referans alarak varlığını merkezi olarak konumlandırmıştır. Loomba şöyle belirtir; “Şarkiyatçılık’ın kolonyalizm hakkında yeni türden bir çalışma başlattığı söylenebilir. Said, Avrupa kökenli metinlerin, seyahatnamelerin ve diğer yazıların Avrupa ile onun ‘ötekileri’ arasında bir ikilik yarattığını ve bu ikiliğin hem Avrupa kültürünün yaratılmasında hem de Avrupa’nın başka ülkeler üzerinde kurduğu hegemonyanın sürdürülmesi ve genişletilmesinde merkezi bir yer tuttuğunu savunur”(Loomba, 2000:65). Özellikle Avrupalı romancıların eserlerinde Doğu mistik ve gizemli bir yermiş gibi tasvir edilerek Batı’nın onu keşfetmesi ve ehlileştirmesi gerektiği fikri baskındır. Said “şark” bilgisinin Batı tarafından oluşturuluşu hakkında şunu söyler; “Şarkiyatçılıkta ortaya çıkan Şark, Şark’ı Batı bilgisine, Batı bilincine sonra da Batı egemenliğine taşıyan bir güçler öbeği bütünü tarafından şekillendirilmiş bir temsil biçimleri dizgesidir” (Said, 2012:215). Said devamla şunları aktarır: “Şarkiyatçılık tarihin herhangi bir anında Batı’da var olan, Şark’a ilişkin olgusal bir öğreti değildir sadece; aynı zamanda (Şarkiyatçı diye adlandırılan akademisyen mütehassıslar dikkate alındığında) etkili bir akademik gelenek olmanın yanı sıra, seyyahlar, ticari girişimler, yönetimler, askeri seferler, roman ve egzotik macera hikayesi okurları, doğa tarihçileri ve Şark’ı özel mekanlar, halklar, uygarlıklar hakkındaki özel bir bilgi türü olarak gören hacılar tarafından belirlenmiş bir bilgi alanıdır da…dolayısıyla şark hakkında dile getirebilecekleri bakımından her Avrupa’lının sonuçta ırkçı, emperyalist, neredeyse hepten etnikmerkezci olduğunu söylemek de yerinde olur”(Said, 2012:215-216) gibi genelleyici cümlelerle Batı’nın şark tahayyülünü deşifre eder. Böylece Said, Batı’nın edebiyat eserlerinin hiç de masumane olmadıklarını aslında emperyalist bir itki barındırdıklarını vurgulamaya çalışır. Buna benzer bir görüşü Loomba şu şekilde ifade eder: “edebiyat incelemeleri, Batılı değerlerin yerlilere kazandırılması, Avrupa kültürünün üstün bir kültür ve insani değerlerin ölçüsü olarak kurulması ve böylelikle kolonyal egemenliğin korunması girişimi esasında anahtar bir rol oynayacaktı” (Loomba, 2000:109).
                                           Post-Kolonyalizm
            18.yüzyılda tekelci kapitalizmin hakimiyet alanını genişletmesiyle birlikte sömürgecilik farklı bir boyut kazanacaktı. Özellikle 2. Dünya savaşından sonra sömürgeler birer birer ulusal bağımsızlıklarına kavuştular. Sömürgecilik ya da sömürge zihniyeti başlangıç noktasında taşıdığı emelleri kısmen kaybetmiş olsa da 19.yüzyıl emperyalizmi ile sömürgecilik sonrası yeni bir sayfa açmaktaydı. Artık uluslar/ülkeler gelişmiş, azgelişmiş, “1.dünya”, “2.dünya” ve “3. Dünya” gibi kavramlarla tanımlanmaya başlamıştır. “Üçüncü dünya terimini anlayabilmek için İkinci Dünya savaşını takip eden yıllarda gerçekleşen köklü değişimleri hatırlamamız gerekir. 1950’ler ve 1960’lar Avrupa sömürgeciliğin çöküşte olduğu yıllardır. Bu yıllarda sömürgecilik düzeni büyük bir darbe yemiş, eski sömürgeler birer ikişer bağımsızlığını kazanmaya başlamıştır” (Çetin Erus, 2007: 20). Fakat 19. Yüzyılla birlikte ekonomik olarak sömürülmüş ve gelişememiş ulusları bekleyen asıl tehlike kapitalizmin gelişmeci evrelerinden biri olan emperyalizmdir. Lenin’e göre (1922);”emperyalizmin olabildiğince kısa bir tanımı istenseydi, emperyalizmin, kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu söylemek gerekirdi. Böyle bir tanım meselenin özünü içerirdi; bir yandan mali sermaye, tekelci sanayi birliklerinin sermayesiyle iç içe geçip kaynaşmış az sayıdaki tekelci büyük bankanın sermayesini ifade eder: öte yandan dünyanın paylaşılması da, henüz hiçbir kapitalist güç tarafından ele geçirilmemiş bölgelere rahatça yayılan bir sömürge politikasından tümüyle paylaşılmış yeryüzü topraklarını tekelci egemenlik altına alan sömürge politikasına geçişi ifade eder”(Lenin, 2005:118).  Arendt’e göre “Emperyalizm, kapitalist üretim deki hakim sınıfın ekonomik genişlemesi ulusal sınırlara dayandığında ortaya çıktı(Arendt,2014:15) ve ona göre19. yüzyılda ortaya çıkan emperyalizm, Lenin'in dediği gibi kapitalizmin son aşaması değil burjuva iktidarının ilk aşamasıdır”(Arendt,2014). Emperyalizmin bu tekelci yapısı sermayeyi dolaşıma sokarak yayılmacı bir itkiyle hareket etmektedir. Artık kolonicilik fikri rafa kaldırılmış siyaseten bürokrasi de kullanılarak emperyal amaçlar sergilenmektedir. “Siyasetin sürekli ve yüce amacı olarak yayılma, emperyalizmin ana siyasi fikriydi. Bu fikir, ne geçici bir yağmayı ne de fethin yol açtığı daha uzun süreli bir asimilasyon ifade etmekteydi; O nedenle, siyasi düşüncenin ve eylemin uzun tarihinde tamamen yeni bir kavramdı”(Arendt,2014:14).
     20.yüzyılla birlikte kapitalizmin sermaye birikimini aktaracağı mekanlar/coğrafyalar yerel işbirlikçiler gerektirmekteydi. Sermayenin dolaşıma girdiği coğrafyalarda yerel burjuvaziler oluşturulmaktaydı. Harvey’e(2004) göre “kapitalizm, sürekli olarak kendi faaliyetlerini kolaylaştıracak coğrafi mekanlar arar, zamanın bir noktasında bu mekanını tamamen yok etmek zorunda kalır ve yine zamanın başka bir kesitinde sonsuz sermaye birikimi açıklığını doyuracak tamamıyla farklı başka bir coğrafi mekan yaratır. İşte bu sermaye birikiminin, yaratıcı yıkım etkinliğinin tarihidir.(Harvey,2004:85-86). Bu durum sermayenin yeni güç alanları yaratmasını zorunlu kılar. Bu da girilen ülkenin/coğrafyanın hakimiyetini siyaseten ele geçirme ya da siyaseten gütmedir. Arendt “sonsuz zenginlik birikimi, sonsuz güç birikimine dayalı olmak zorundadır”(Arendt, 2014) diyerek aslında tam da bu durumu kastetmektedir. Ulus-devlet yapısı ya sermayeye direnecek ya da sermayeyle birlikte kapitalizmin sömürüsüne ortak olmak zorunda kalacaktır. Bu nedenle 2. Dünya savaşından sonra bağımsızlıklarına kavuşan uluslar için hiçbir şekilde tehlike atlatılmış değildir. Said’e(2010) göre “modern emperyalizm, hemen hiçbir şeyi kaçırmayacak kadar küresel ve her şeyi kapsar niteliktedir; bunun yanı sıra 19. yüzyılın emperyal çatışmaları bugün hala sürmektedir”(Said,2010:123 ).  “Emperyalizm kurtuluş ve bağımsızlık savaşları ile türetilmiş olan ulus-devlet milliyetçiliğinin sömürgecilikten miras aldığı “ bir ötekini varsayarak kendi özgün ve farklı kimliğini kurma ve muhafaza etme” perspektifi ilerlemiş, gelişmiş ve aydın olarak değerlendirilen elitlerin “uluslararası iş bölümünü” ve “ekonomik-politik kalkınmayı ve istikrarı” sağlama söylemiyle yabancı sömürgeci ile işbirliği yapması da sömürgeciliğin bugün mazide kalmış olduğunu sürekli yeniden hatırlatan bir başka unsurdur” (Yetişkin, 2010: 15).
Kapitalizmin form değiştirerek ilerlemeci bir yapıya büründüğünü söylemiştik. Yarattığı savaşlarla krizler yaratarak ve bu krizleri fırsatlara dönüştürerek küresel ekonomiyi birbirine eklemleyen kapitalizmin son formu olan neo-liberalizm; var olan sömürü düzenini ulus-devlet mefhumunun dışına taşırarak sürdürmektedir. “Çağımızda doğrudan sömürgecilik büyük ölçüde sona ermiştir; emperyalizm ise bir tür genel kültür alanında ve belirli siyasal, ideolojik, iktisadi ve toplumsal uygulamalarda, başka bir deyişle her zaman olduğu yerde varlığını sürdürmektedir. Klasik 19. Yüzyıl emperyal kültürünün sözcük dağarcığı, ‘aşağı’, ya da ‘tabi ırklar’, ‘ikincil halklar’, ‘bağımlılık’ ve ‘otorite’ gibi sözcük ve kavramlarla doludur”(Said,2010:45).
Modernleşmenin kriteri olarak Batı değerlerini dayatan Batı ülkeleri günümüzde de Batılı olmayan ya da sömürgecilik döneminden kaynaklı gerekli iktisadi refahı yakalayamamış olan uluslara modernizmi dayatmaktadırlar. Bunun sonucunda aslında yeni bir tür bağımlılık yaratılarak zorunlu sömürü mekanizması yaratılmaktadır.  “Sömürgeci ile sömürge arasındaki müphem ilişkiyi açığa çıkaran taklitçilik, emperyalizm ve yeni sömürgeciliğin yayılmasını sağlayan bir politikadır. Kavramı geliştiren Bhabha’ ya göre “ sömürgeci taklitçilik, (…) farkın öznesi (ya da konusu) olan ıslah olmuş, ayırt edilebilir öteki için duyulan arzudur” ( Yetişkin, 2010: 18).
          Çoraklaştırılmış Topraklar ve Çorak yaşamlar
          1963 yılında Nelson Pereira dos Santos tarafından çekilen, Graciliano Ramos’un aynı adlı romanından uyarlanan filmin özgün adı Vidas Secas (Portekizce),İngilizce Barren Lives, Türkçe ise Çorak Yaşamlar diye çevrilmiştir. Filmin süresi 100 dakikadır. Film, 1940-1942 yılları arasında Brezilya’nın fakir bir bölgesinde sığır çobanlığı yaparak hayatta kalmaya çalışan Fabiano(Atila Iorio), karısı(Sinha Vitoria) ve iki çocuğunun yoksulluğunu, yokluğunu ve Brezilya’daki sınıfsal eşitsizlikleri konu edinmiştir.
               Fabiano ve karısı Vitoria 40 yaşlarında, okuma yazma bilmeyen, Brezilya kırsalında yaşayan ve geçici çobanlık işlerinde çalışan bir çifttir. İki erkek çocukları ve Baleia adında bir köpekleri vardır. Film, bir durum öyküsünü iki yıllık bir zaman diliminde (1940-1942) ele alır. Açılış sekansında Fabiano ve karısı önde, çocukları arkada çobanlık yapmak üzere yol alırlar. Geçtikleri coğrafya çorak bir arazidir ve bu yolculukla birlikte filmin giriş müziği daha başından izleyiciyi rahatsız edici bir şekilde tasarlanmıştır. Müzik adeta bir yoksulluk çığlığına kulak vermek gerektiğini haykırmaktadır. Çünkü Brezilya kırsalı Fabiano’nun ailesi üzerinden sorunsallaştırılmaya çalışılmaktadır. Adından da anlaşılacağı üzere Brezilya ‘çoraklaştırılmıştır”. Bu doğal bir çoraklık değil elbette, yüzyıllar boyunca sömürülmüş bir coğrafyanın ardında kalanlardır. Kavurucu güneşin altında geçen uzun bir yürüyüşten sonra Fabiano ve ailesi çobanlık yapabilecekleri bir malikaneye ulaşırlar, Fabiano sürü sahibinden iş ister ve işi alır. Fakat henüz şatafatlı günler çok uzaktadır onlar için, çünkü yalnızca sömüren dışardan gelen istilacılar olmamıştır, şimdi de sömürgecilerin sömürgelere yerleştirdikleri yerel burjuvazi vardır. Ve bu elit grubun çıkarlarını kollamakla görevli polis ve ordu da bunun cabasıdır. Yetiştirdiği domuzun etini satmak için kasabaya giden Fabiano bu kez de vergi sorunuyla karşılaşır. Bunun karşısında “belediyenin domuzuma ortak olduğunu bilmiyordum “der. “Sömürge dünyası ikiye bölünmüş bir dünyadır. Ayrım çizgisi, hudut, kışla ve karakollarla temsil edilir. Sömürgelerde, sömürgeleştirilenin resmi ve kurumsal muhatabı, sömürgecinin ve baskı rejiminin sözcüsü, polis ve ordudur”(Fanon, 2013:44). Sefaletin, sömürünün yalnızca kırsalda olmadığını anlayan Fabiano mevcut ikili sömürü yapıyı sorgulamaya başlar.
                 Filmde, sürü sahibi yerli, burjuvaziyi temsil eder. Ordu, polis ve kilise kendisinin himayesindedir. Onun için çobanlık yapan Fabiano karısının hesaplamalarına göre hak ettiği parayı alamamıştır ve bu durum karşısında patronla tartışır ancak patron, okuma yazma bilmeyen Fabiano’ya ‘hak ettiği parayı verdiğini’ söylerken bile minnetsizdir ve onun yüzüne bakmaz, muhatap olarak kabul etmez. Filmde sınıfsal karşıtlıklar keskin bir biçimde resmedilmiştir. Brezilya ulus olarak bağımsızlığına kavuşmuştur ancak emperyalizmin etkisi ulusal bazda hala devam etmektedir. “Bağımsızlığına yeni kavuşan ulus devlet, özgürlüğün meyvelerini yalnızca seçme yaparak ve eşitsiz dağıtır. Kolonyal egemenliğe son verilmesi kolonileştirilmiş ülkelerin çoğunda kadınların statülerinde, işçi sınıfının ya da köylülüğün hayat koşullarında otomatik olarak bir iyileşmeye yol açmamıştır”(Loomba,2000:29).  Arendt bu durumu şöyle ifade eder; “sömürgeci ve onun ulusal sınırlar içerisindeki temsilcileri tahakküm uygulamakta onlara yardımcı olabilecek ve çıkarlarını sürdürmelerine engel olmayacak şekilde yasalar çıkartarak kendilerini korurlar ve halkı daha da fakirleştirip kendilerine muhtaç hale getirirler. Ayrıca her yerdeki emperyalist idareciler, ulus tarafından kontrol edilmenin yükünü dayanılmaz bulmakta ve tahakküme yönelik bir tehdit olarak görmekteydiler”(Arendt,2014:29)
                 Çorak yaşamlar filminde ulusal yoksulluk ve yoksun bırakılma hali dini de sorunsallaştırarak ele alır. Dinin sömürgecilerin ve burjuvazinin yönetim silahlarından biri olabileceği ima edilir. Nitekim Fabiano’nun karısı sürekli bulunduğu kötü koşulların düzelmesi için ‘Meryem’ e dua eder ve kendisini cehennemden korumasını ister. Bu durum karşısında oğlu sürekli annesine “cehennem ne?” diye sorar. Aslında film tam da cehennemi resmeder. Sömürülen coğrafya çoraklaştırılmış ve cehenneme dönüştürülmüştür. Sömürgeleştirilenin bu durumunu Fanon şöyle açıklar; “Sömürge halkının pasifleştirilmesinde sömürge burjuvazisine “ olmazsa olmaz”  din yardım ve yataklık yapar. Tokat yediğinde öteki yanağını çeviren, kendisine karşı günah işleyenleri affeden, tükürülür ve hakaret edilirken hiç irkilmeyen bütün azizler el üstünde tutulur ve örnek gösterilir. Sömürge ülkelerin seçkinleri, o azatlı köleler, bir zamanlar hareketin başındayken sonunda kaçınılmaz olarak bir mücadele taklidi üretirler(Fanon, 2014:72).
             Film, yoksullaştırılmış ve sömürülmüş Brezilya kırsalındaki insanları sömürgeciliği deşifre ederek ele alır. Ulus-devletle birlikte oluşan yerli burjuvazi ikili karşıtlıklarının aşikarlığı için rehber niteliğindedir. Kasabadaki sürü sahibi “patrondur” artık, ve muhtemelen ötekilerin ‘gerçek insanlar gibi yaşayamamasının’ da müsebbibidir. Fabiano’nun karısı “bir gün gerçek insanlar gibi yaşayacağız” hayaliyle hayata tutunmaktadır. Belki de sömürülenin hayatta kalmasının tek sebebidir bu.  Fanon 3. Dünya ülkeleri ezilenleri için bu durumu biraz genelleyerek şöyle der; “bir kurtuluş Savaşı sırasında kitlelerin harekete geçmesi, her insanın bilincine ortak dava, ulusal kader ve kolektif tarih nosyonu sokar. Bunun sonucu olarak, ikinci aşama, yani ulusun inşa aşaması da kan ve öfke ile harmanlanmış bu çimentonun varlığı sayesinde kolaylaşır böylece azgelişmiş ülkelerde kullanılan sözcüklerin özgünlüğünü daha iyi kavrarız. Sömürge döneminde halk ezilmeye karşı savaşa çağrılır. Ulusal kurtuluştan sonra da yoksulluğa, cahilliğe ve az gelişmişliğe karşı savaşmak zorundadır. Mücadele devam ettiği söylenir. Halk yaşamın, sonu olmayan bir mücadele olduğunu kavrar.(Fanon, 2014:97). Bu savın tam anlamıyla filmde karşılık bulduğunu söyleyemezsek bile Fabiano’nun karısının “bir gün gerçek insanlar gibi yaşayacağız” sözü aslında henüz her şeyin bitmediği ve yeni bir mücadele dinamiğinin oluşacağının göstergesidir.
         Sonuç
                1960’larla birlikte artık sorgulanmaya başlayan sömürgecilik yerini ulusal bağımsızlıklara bırakmıştır. Sömürgecilik sonrası ulusal bilinçlenme faaliyetlerine sinema da katkıda bulunmaya çalışmıştır. Özellikle “gerçekçilik” temel referans noktalarından biri olmuştur. Sömürgecilik döneminden devralınan yoksulluk “geri bırakılmışlık” sinemada oldukça belirgin bir yer tutmuştur. Batı dışındaki diğer coğrafyalarda olduğu gibi Latin Amerika coğrafyasında da bu olgu bir kadermişçesine kabullenilmeyip çeşitli mücadeleler verilmiştir. Bizim bu çalışmada değinmediğimiz 3.Sinema kavramı geniş bir perspektifle izleyiciyi aktif konuma getirmeyi amaçlamıştır. Tekelleşen Batı sinemasının yeni bir kültürel ve ekonomik sömürüyü dayattığını savunan Cinema Novo ve 3. Sinemacılar, sinemayı ulusal bilinçlenmenin bir edimcisi gibi görüp kullanmaya çalışmışlardır.

Kaynakça
Arendt. H. (2014) Totalitarizmin Kaynakları. İletişim Yayınları. İstanbul
Biryıldız . E. Ve Erus Z.Ç (Ed) (2007) Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması. Es yayınları. İstanbul
Fanon. F.(2014) Yeryüzünün Lanetlileri. Versus Yayınları. İstanbul
Loomba. A. (2000) Kolonyalizm Postkolonyalizm. Ayrıntı yayınları. İstanbul
Harvey. D. (2004) Yeni Emperyalizm. Everest yayınları. istanbul
Said. E. (2012)Şarkiyatçılık. Metis yayınları. İstanbul
Said.E. (2010) Kültür ve Emperyalizm. Hil yaynları. İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder