Bir Aksanlı Sinema Okuma Denemesi: "Tepenin Ardı"
İrem Kahyaoğlu
Habil ile
Kabil'den başlayan “sen-ben” diyalektiği, hiç eksilmeden günümüze kadar gelir.
Bir kadından tutun, bir toprak parçasına, bir nesneye kadar “benim olmalı”
hırsına benliğini kaptıran insan, kendinden olmayanı ya da kendinin olmasını
istediği halde olamadığını ötekileştirir ve ayırır. “Bir şeye” sahip olmak
önemlidir. Aidiyet yaratır. Hak iddia ettirir. Yer ise, güç kazandırır.
Topraktır çünkü. Kuvvetlidir, sağlamdır. İnsana yaşama alanı verir. Peki ya, “yer”e
sahip olmayan insanlar? İstedikleri hiçbir şey ya da istemedikleri her şey adına
yaşamaya zorlananlar?
Jean Jacques Rousseau, “İnsanın özgürlüğü, istediği her şeyi
yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır.”
der. Bireyin yapmak, düşünmek istediği ya da istemediği şeylerin bir
anlamı olmaksızın, yaşamını devam ettirmesi gereken bir gruba ait olarak yaşama
zorunluluğu, elbette bir noktada patlak verir. İşte o patlak, sanatın var
olmasıyla verilmiştir. Bireyin bilinçaltı ya da bilinç üstü fark etmeksizin
benliğine ait, bireyin kendi için en özel olanını -her şey olabilir.- ortaya
çıkarttığı sanat, kurtarıcı olarak imdada yetişir. Toplum için mi, kendisi için
mi tartışmalarının çok daha ötesinde sanat, insanı kendine anlatmak için
vardır. Herkes içindir. Herkesi kucaklar. Bireyin özgürleşmesi için bir adım atmasını
sağlar. Sinema da, 'yedinci sanat' sıfatlandırılmasıyla sanatın sağladığı imkânlardan
yararlanır. Ancak, günümüzde, teknik gelişmelerin, yatırım ve sermaye
imkânlarının tüm dünyada belirli bir takım kişilerin elinde olması, günümüz
toplum düzenlerinin bu kişiler tarafından ve belirli kar odakları etrafında
şekillendirilmesi, sinemanın bireyler için özgürlük alanı sağlamasını engeller.
Gücü elinde bulunduran sermayedarların belirlediği sinema kuralları içinde
bazen açık, bazen de örtük biçimde kapitalizm -bütün ihtişamıyla- kendini
gösterir.
Fernando
Solanas ve Octavio Getino'nun “Üçüncü
Sinema'ya Doğru” başlıklı manifestolarında, bu sinema birinci sinema olarak
geçer. Nam-ı diğer, Hollywood sineması, popüler sinemadır. Film öykülerinin
doğrusal bir gelişme ile ilerlediği, geleneksel anlatı biçimini benimser. Filmlerin hikâye örgüleri klasiktir, doğrudan
okuma imkânı verir. Kahramanlık öğeleriyle bezelidir. İzleyici bu tür film
metinlerini doğrudan, kolaylıkla okur ve filmin kahramanıyla özdeşleşir. Başrol
oyuncusunun starlaştırılmasıyla daha da dikkat çekici hale gelen film, tercih
edilir olur. Bir sektör olan Hollywood, kendi içinde kapitalist bir düzen
olarak varlığını sürdürür. Egemen ideolojinin – emperyalist ideolojinin-
mesajlarını ikonografik düzeyde taşır.
Ancak sinema
içinde, bu duruma karşı çıkış ve alternatif bir oluşum arayışına girdiğimizde,
karşılaştığımız çabalar da yok değildir. İkinci sinema olarak isimlendirilen ve
egemen güçlerin domine ettiği sinema sektörüne alternatif oluşturan bir
hareketten söz etmek gerekir. Solanas ve Getino, ikinci sinemayı şu şekilde tanımlar:
“... Bu alternatif çıkışlar sinemacı için
standart olmayan bir dille kendini ifade etme özgürlüğü talep ettiği ve bir
kültürel sömürgesizleştirme girişimi olduğu ölçüde bir adım ilerisi anlamına
gelmekteydi. Fakat bu tür girişimler, sistemin izin verdiği sınırlara zaten
ulaştılar ya da ulaşmak üzereler... Sisteme koşut olarak, fakat onun kendi
normlarına göre dağıtımın yapıldığı endüstriyel bir üretim mekanizmasının kurulmasına
çalışmak, sinemayı koruyan yasaların iyileştirilmesini ve kötü yöneticileri
daha az kötülerle değiştirmeyi amaçlamak, tutarlı görüşlerden yoksun olmaktır.
Eğer tutarlılıktan, yeni sömürge ya da kapitalist toplumun genç, öfkeli kanadı
olarak kurumsallaştırmak anlaşılmıyorsa.” (aktaran: Odabaş, 2013: 19)
İkinci sinema, kendi film yapım biçimlerini oluşturan, kendi dağıtım ve
gösterim imkânlarını kullanan bir sinemadır. Dolayısıyla kendi kültürel ortamı
içinde burjuva karakteri gösterir. Sansüre karşı olmaları gibi bir takım
reformist hareketler içinde olsalar da, birinci sinemaya köklü bir değişim
getirmezler (Odabaş, 2013: 20). O zaman... Hala bir eksik vardır.
Üçüncü
sinema, aksanlı sinema gibi ana akım sinema sektöründen uzak, hatta karşıt bir
politik boyutta dışavurum içerisine giren türler, bu eksikliği doldurma
çabasındadır. Bu türler, sinemada dünyada, insanlar arasında olan biteni
anlatmaya dair alternatif kapılar açar. Temel olarak Birinci Sinema olarak
isimlendirilen Amerikan, yani Hollywood sinemasına karşıt olarak ortaya çıkan
üçüncü sinema, kapitalist dünya düzeni içerisinde emperyalist güçler tarafından
sömürge haline getirilmiş ve bu nedenle, Hegel'in
öz-bilinçlilik temelinde bahsetmiş olduğu efendi (bağlayan)-köle
(bağlanan/bağımlı) ilişkisinde köle/sömürge olan toplumların bir başkaldırı
aracıdır. Hegel, efendi-köle
ilişkisini bireyin benliğinde yaşanan bir çatışma olarak açıklar.
Özbilinçliliğin, nesnel bilince zıt olarak nasıl oluştuğunu açıkladığı bu
diyalektik, sadece insanın benliğinde değil, toplumların benliğinde de
karşılaşılan bir durumdur. İşte bu egemenlik-eserlik karşıtlığında, esir olan
kendini anlatacaktır ve bunu Hamid Naficy tarafından tanımı yapılmış, henüz
yeterince araştırma içinde yer almamış bir tür olan aksanlı sinema ile
yapacaktır.
Bu
olgulardan hareketle çalışma, ülke sineması içinde, emperyalizm doğrultusunda
küreselleşen sermayenin dayattığı kapitalist düzenin dayattığı kurallara,
anlatı yapılarına karşı çıkan “ötekileri” arayacaktır. Çalışma içerisinde, üçüncü ve aksanlı sinema
hareketlerine ait olduğu ifade edilen bütün o -keskin- özelliklere sahip
olmadan da bu sinema hareketlerinin derdini anlatan, sorununu paylaşan
filmlerin çekilip çekilemeyeceği sorusuna cevap aranacaktır. Son dönem
yönetmenlerinden Emin Alper'in senaristliğini ve yönetmenliğini yapmış olduğu Tepenin Ardı (2012) filmi bütün bu
arayışın öznesi olacaktır.
“Tepenin Ardı” aksanlı mı?
Erke Kosova
– basit bir film izleyicisi- Tepe'nin Ardı ile ilgili bloğunda yazdığı bir
yazıda şunları söylüyor: “Yıllardır
savaşı ve ölümü kutsayan, bununla övünen kelimenin gerçek anlamıyla paranoyak
bir toplum olduğumuzu düşünürüm. Egemen ideoloji bunu dikte etmiştir yıllarca.
İşte Emin Alper Tepenin Ardı'nda hiç slogan atmadan, ülkemizin sosyo-politik
ikliminin bir mikrokozmozunu çıkarmış, Bir köy yerinde kendi aralarındaki
sorunları görmezden gelip adına Yörük dedikleri bir düşman yaratan ailenin
öyküsü. Film boyunca büyük oğlanın gördüğü asker sanrıları, küçüğün dışn-dışn
diyerek tüfekle oraya buraya ateş etme merakı. Dedenin ha şimdi ha birazdan
diyerek düşmanı bekleyişi... Filmde aile üyelerinin dışında bir kişi dahi yok
köye gelen ama sanırsınız ki Yörük adını verdikleri düşmanlar sürekli pusuda
bekliyorlar ve saldırıyorlar” (Kosova,http://1saniyede24kare.blogspot.com.tr/2012/09/dusman-su-tepenin-ardnda.html, 06.06.2016).
Kosova, yorumlarında haksız
değildir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca hep bir varoluş sorunsalı
üzerinden meşruluğunu kazanmaya çalışır. Bütün mesele, bir ülke toprağını
paylaşan insanlar bütününden çok, bir etnik kimliğin parçası olmak ya da
olmamaktır. Tabi ki bu sorun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ait değildir. Ülke
toprağı içindeki bu çaba, çok eskilerden gelen bir yönetim sistemi oturtma ve
egemen gücü koruma çabasından öte değildir aslında. Modern zamanın benimsediği,
batılı ve 'muhasır medeniyetler' seviyesinde görülen yönetim biçimlerinden biri
olan ulus devlet kavramı da, aslında güç ilişkisinin yeniden oluşturulmasından
başka bir amaca sahip değildir. “Hiçbir zaman sona ermeyecek bir mülk
birikimi, hiçbir zaman sona ermeyecek bir güç birikimine dayanmak zorundadır.
Güce dayanan bir toplulukta içkin olarak var olan istikrarsızlığın felsefi
karşılığı, sürekli büyümekte olan güçle tutarlı olabilmesi için bireyleri,
halkları ve sonunda bütün insanlığı amansız bir biçimde ele geçirilmiş, sonsuz
bir tarih süreci imgesidir. Sınırsız sermaye birikim süreci, büyüyen mülkiyet
sürekli daha güçlü olmakla koruyabilecek olan 'gücün sınırlanmadığı' bir siyasi
yapı gerektirir” (Arendt, 2011: 43.) Bu güç, çeşitli siyasi yapıların
ortaya çıkardığı yönetim biçimleriyle denenmiş olsa da, günümüzde gelinen
noktaya kadar temel yapısını korumuştur. Gerek üç yüzyıl öncesinin
Fransa'sında, gerekse bugünün Amerika Birleşik Devletleri'nde ya da Türkiye
Cumhuriyeti'nde farklılaşan yönetim biçimleri aslında sınırlandırılmamaya
uğraşılan o gücün tasavvuru olarak karşımıza çıkar.
Peki, bizim
özelimizde durum nedir? Ulus devlet yapısı altında, Osmanlı İmparatorluğu'ndan
bağımsız ve modern bir devlet yapısı, sınırı çizilen topraklar içindeki bütün
insanları kapsamış mıdır? Teoride belki de olabilecek en mükemmel yapı,
uygulamada işlerlik kazanabilmiş midir? Baştaki o hep korunması gereken güç,
toprak bütünlüğü içinde 'öteki'lerin olmasını engelleyebilmiş midir? Daha doğru
sormak gerekirse, engellemek istemiş midir?
Tepenin Ardı, bu noktaya devreye girer. Aslında belirtmek gerek ki,
mevcut liberal düzen, kapitalizm öğeleriyle yerini sağlamlaştırırken, ötekilik
olgusunu başat etmenlerinden biri yapar. Çünkü yönetim sisteminde -yönetim
biçimi ne olursa olsun- 'öteki' her
zaman düşmandır. Arendt'in dediği
gibi, devlet, hakların değil, gücün devredilmesine dayanarak varlığını
sürdürür. Öldürülmeye karşı aldığı şartlı bir garanti karşılığında, öldürme
üzerinde bir tekel kurarak devam eder (Arendt,
2011: 40).
İşte Tepenin
Ardı'nda da, devletin gücünü nasıl ötekilikten aldığının, tekelini nasıl
kurduğunun anlatıldığını görürüz. Aslında görmeyiz, Anlarız ve yorumlarız.
Çünkü film bize üçlü bir katman sunar. İlki filmin gösterdiğidir, öyküdür. Bir
üst katman ise, Alper'in işlediği alegorilerin bulunduğu ikinci katmandır. En
üst ise, üst-anlatının olduğu yani, bize izleyiciye eleştiri imkânı sunan,
iletilen imgelerinin yorumlanmasını sağlayan üçüncü katmandır. Üç katmanlı dramaturgisi
içinde film, çoklu anlamlar barındırır.
Odabaş, Amanda Selfridge'den aktararak, Üçüncü Sinemanın, sadece Üçüncü Dünya ülkelerinde
işlevini yerine getirmediğini, aksine, baskı altında olan ve sinemasal
egemenliğin ve kurallarının geçerli olduğu Batı'ya karşı koyan toplulukların
bulunduğu her yerde yapılabildiğini ifade eder (Odabaş, 2013: 15). Wayne ise şu soruyu sorar: Ortaya çıktığı baştaki baş kaldıran, devrimci konjonktür
yok olduğunda Üçüncü Sinema nasıl yaşayacaktır? Yanıtını ise alegori kavramıyla
verir. Üçüncü Sinemanın, alegoriyi kullanmasının derdini anlatmasında yarar
sağlayacağını ifade eder. Alegorik bir
anlatının, daha büyük bir toplumsal bütünlüğü ve tarihsel anlatıyı, daha küçük
bir öykü içinde anlatabileceğinden bahseder. Alegorik anlatı içinde
dönüştürülen öyküye daha büyük ahlaki ve politik dersler kazandırmak amacıyla,
izleyici öykünün hemen yakınındaki daha büyük sorunlarla o anlatının
ilişkisinin şifresini çözmek zorundadır. Bu nedenle alegorik bir anlatı -görece
daha büyük- bir öyküyü çeşitli nedenlerle, öykünün güçlükle anlaşılabileceği
bir bağlamda anlatmaya uygundur. Wayne,
bu duruma Hollywood sinemasından bir örnek verir: Cohen kardeşlerin The Big Lebowski (1998) filmi. Film, 1991 Körfez Savaşının bir
alegorisi olarak görülebilir. Ancak Wayne'nin
bu noktada eleştirisi, filmin ne Körfez Savaşının bir alegorisi olarak
pazarlandığı ne de profesyonel eleştirmenlerin filmi bu şekilde
yorumlamadığıdır. Aksine film, bir Cohen
kardeşler filmidir. Popüler ve zekice işlemelerinin bir başka örneği... Ancak
alegorinin izleyici açısından anlamlı olabilmesi için, içinde algılandığı bağlama, bu kadar kapalı olmamalıdır (Wayne, 2001: 156-158).
Filmin
katmanlarını çözümlemeye başlarsak; birinci katmanda, sekiz kişiden oluşan bir
grubun, izleyicinin hiç görmediği düşmanlarının saldırılarına karşı paranoyak
bir hal alan bakışlarını anlatır. Ailenin en büyüğü, evin reisi Faik Bey
devamlı olarak Yörüklerin topraklarına hayvanlarını saldığı bir çiftliğin
sahibidir. Kâhyası (Mehmet), kahyasının karısı (Meryem), kızı ve oğluyla
çiftliğinde yaşarken bir yaz günü kendi oğlu (Nusret) ve torunlarının (Zafer ve
Caner) gelmesiyle filme konu olan olaylar başlar. Faik Bey filmde, gücün vücut
bulmuş halidir. Evin büyüğüdür, sahibidir. Ailenin geri kalanı ise, Faik Bey'e
boyun eğmekle yükümlü olanlardır. Nusret babasının (gücün-otoritenin)
gölgesinde kalan bir öğretmendir. Kendince güce baş kaldırmaya çalışır ama güç
yani Faik Bey tarafından bastırılınca hırsını kâhyanın karısı Meryem'e tecavüz
ederek gidermeye çalışır. Ancak bu durumda da gücü zayıflatamaz ve kâhyanın
oğlu tarafından bacağından vurulur. Alegorik katmanda, otoritenin sahip olduğu
gücün, içindeki dinamiklerle nasıl desteklendiğini ve zarar verilemez hale
geldiğini görmek zor değildir. Kâhyanın oğlu Sülo annesini korumak ister ve
Nusret'i vurur. Ama kimseye söylemez. Çünkü aslında otoriteyi korur ve düzenin
bozulmaması için gizli bir intikam almış olur. Tıpkı Caner'in, Sülo'nun
köpeğini vurduğunu kimseye söylememesi gibi. Diğer yandan, Nusret'in büyük oğlu
Zafer askerden gelmiş ve hala etkisindedir. Savaşı kendi içinde bitiremez,
ilaçlar kullanır. Zafer'in kardeşi Caner ise, tersine, savaşı oyun sanmakta ve
av tüfeğini elinden düşürmez -tam da öyle bir anda Sülü'nün köpeğini vurur.
Çünkü Sülü ile bir rekabet halindedir.- Filme dair bu örnekler diğer
karakterler üzerinden de çoğaltılabilir. Alegorik katmanda, önemli olan, bütün
bu aile içi üstünlük çabalarının, yapılanları gizli tutmanın ve her şeye rağmen
görünürde otoriteye bağlı kalmanın nedenin o tepenin ardında bulunan,
dıştakine, ötekiye, düşmana karşı birlik olma ve çiftliği koruma çabasının
olmasıdır.
Filmdeki tek
kadın karakter Meryem'i ise, hem alegorik hem de üst-anlatı katmanında, Simon
de Beauvoir'ın tanımladığı gibi ikinci cins olarak görürüz. Beauvoir, tanımını
açımladığı 'İkinci Cins' isimli yapıtında, insanlığın eril olduğunu ve erkeğin
kadını kendisi için değil, erkeğe göre tanımladığını vurgular. Kadın özerk bir
varlık değildir. Çünkü kadın rastlantısal olandır, özsel olana -erkeğe- karşıt
özsel olmayandır. Erkek öznedir. Bendir, mutlak olandır, kadın ise öteki
cins‟tir” (Beauvoir, 1993: 17). Tıpkı
'Tepenin Ardında Meryem'in olduğu gibi... Meryem yemek yapar, çocuklara bakar.
Meryem evden dışarı çıkmaz. Meryem Faik Bey'in tacizlerine susar, güler -çünkü
zorundadır.-, Nusret'in tecavüzüne ise ses çıkarmaz. Çünkü ataerkil toplum
düzeninde, bütün bunlar zaten erkeğin hakkıdır. Kadın, erkek için vardır.
Diğer
taraftan, filmde tepenin ardında duran, ama film boyunca izleyicinin hiç
görmediği o Yörüklerin, filmin üst anlatı katmanında, ülke toprakları içinde
uzun zamandır görülmeyen, son yıllarda görülmeye başlanmış olsalar da aslında
yine ülke iktidarlarının istediği doğrultuda görülen Kürtler olduğunu belirtmek
gerekir. Film, bütün eleştiri yazılarında ifade edildiği gibi bu üst anlatıyı
oluşturmak için alegoriden yararlanır. Ülkedeki Kürt sorununa sembolik şekilde
bakar. Kürtler ülkedeki ötekilerdir. Tek değillerdir ama en güçlülerdir.
Sayısal olarak en çok olan “ötekiler”dir. Toprak bütünlüğü içinde belirli bir
etnik veya cinsel kimliğe mensup olarak değil, farklı kimliklerin bir arada
yaşadığı bir devlet adı altında toplanma rüyası, mevcut Türkiye toplum düzeni
içerisinde gerçekleştirilemeyecek kadar ütopikken, emperyalizm çehresinde
oluşan, gelişen ve güçlenen iktidar düzeni de, varlığını sürdürmeye -ister
dini, ister etnik, ister ekonomik olsun- 'öteki' kavramını besleyerek devam
eder. Harvey'in belirttiği gibi, ulus
devletler emperyalizm içinde var olurlar. Ancak bu iki kavramın birbirinin
desteklemesi ve varlıklarının devamını sağlamaları için destekleyici bir unsura
ihtiyaçları vardır. O da ırkçılıktır. (Harvey,
2008.) Genelde ırkçı bir biçimde görünür bir düşman bulurlar. Ama
bulamadıklarında da hayali düşmanlar yaratır ve onlarla savaşmaya başlarlar.
Savaşta, halktan destek almak için ise, düşmanı olabildiğince pis, ahmak,
kötü, karanlık vb. sıfatlarla tasvir ederler. Bunu o kadar sık
tekrarlarlar ki, halk bir süre sonra anlatılanlara düşünmeden, sorgulamadan
inanmaya başlar. İzleyicinin film boyunca sorduğu, “ya düşman yoksa?” sorusunu, onlar
sormazlar. Bir kere görmeden inanmışlardır, daha doğrusu inandırılmışlardır.
İşte Tepenin Ardı'nda da tam olarak bu vardır. Film birinci katmanında
anlattığı Yörükler, alegorik olan ikinci katmanda hiçbir zaman
görülmeyenlerdir. Ailenin kendi içindeki güç savaşını örseleyip birlik olmayı
sağlayacak tek şey olan Yörükler, var olandan öte yaratılan düşman olarak
ailenin bütünlüğünü, ideolojisini korur.
Üst anlatıda,
Yörükler, aynı zamanda emperyalizm temelinde belirlenen devlet sınırlarının
işgalini ve böylece de düşmanın nasıl meşrulaştırıldığını da izleyicinin
gözleri önüne serer. Emperyalizm doğrultusunda hak iddia ederek yapılan da
aynen budur: sömürgeleştirme. Frantz Fanon ise, bu noktada sömürgesizleştirme kavramını ortaya koyar. Fanon, doğuştan birbirine karşıt iki
gücün karşılaşması olarak ifade ettiği sömürgesizleştirmenin sonuncuların
birinci olacağı bir yol olduğunu ifade eder (Fanon, 2016: 42-43). Tam bir Aristoteles mantığının kurallarıyla
yönetilen bu iki bölge aslında birbirlerini karşılıklı olarak dışlama ilkesine
doğru iter. Yani, uzlaşma imkânı yoktur, ikisinden biri fazladır (Fanon, 2016: 45). Peki, bu durumda Fanon'un düşüncesinden yola çıkılırsa,
Tepenin Ardı'ndaki Yörükler de Faik Bey'e söyledikleri gibi, yüzyıllardır
keçilerini otlattıkları, ama daha sonra birinin gelip özel mülküm diye
kapattığı o çayırları -üstelik keçileri yine de o çayırlara geçip otlanıyor
diye düşman edildikleri halde- geri almak için saldırıya geçmeleri gerektiği
halde, geçemezler, çünkü mevcut iktidar düzeni bu eylemi durdurur.
Çünkü, Yörükler,
doğaya ait olan alanların mülk haline getirilmesiyle aslında kapitalizm
tarafından oyun dışına itilmişlerdir. Alan işgal edenler olmuşlardır. Habil ile
Kabil'in hikâyesindeki 'yer'e sahip olma sorunu, Tepenin Ardı'ndaki Yörüklerin
ve Faik Bey'in de sorunudur. Yerleşik hayata geçenin, göçer olanın da
faydalanabileceği toprakları gasp etmesi ve bunu meşrulaştırması, filmin üst anlatısında izleyiciye sunulur.
Filmin son
sahnesindeki Yörükleri vurmaya giden ailenin tek sıra halinde tepenin ardına
doğru yaptığı yürüyüş esnasında kullanılan müzik ise, aslında toplumların güç
savaşı içerisinde ülkeler oluşturup bunun devamını sağlamak için görünmeyen
düşmanlar yaratmasıyla bir dalga geçmedir. İnsanlığın gelip geçer bir yaşam
sürmesi içerisinde, kendini somut formlara ve nesnelere sahip olma arzusuyla
tüketmesinin çaresizliği, alegori katmanında Alper tarafından müzik desteğiyle
oldukça başarılı bir şekilde aktarılır. Tıpkı Ingmar Bergman'ın Yedinci
Mühür isimli filmindeki, Azrail'in başı çektiği son dans sahnesinde olduğu
gibi... 'Mia! Onları görüyorum. Onları
görüyorum. Fırtınalı göğün altında, herkes orada. Demirci ve Lisa, Şövalye ve Raval, Jöns(Silahtar) ve
Skat. Ve zalimlerin efendisi, Ölüm onları dansa davet ediyor. Elele tutuşup tek
sıra dans etmelerini istiyor ve Ölüm elinde tırpanı ve kum saatiyle en önde. En
arkada liriyle Skat var. Şafaktan uzaklaşıyorlar ağır ağır ilerleyerek
karanlıklar dünyasına gidiyorlar. Yağmur yüzlerini ıslatıyor, yanaklarından
gözyaşlarının tuzunu temizliyor…' Fırtınalı bir gök olmasa da, Tepenin Ardı'nda da ailenin, arka arkaya Yörüklere
değil de, toprak uğruna isteyerek, bilerek hatta belki de oynayarak çatışma ve
ölüme, yani karanlıklar dünyasına yürüdüğünü söyleyebiliriz.
Anlatım
katmanlarıyla çok boyutlu bir alımlama yaratan Tepenin Ardı'nın bir aksanlı
sinema örneği olup olmadığını söyleyebilmek için, aksanlı sinemanın nasıl tarif
edildiğine biraz bakmak gerekir. Sinema endüstrisi içinde birinci sinemadan
ayrı olarak, geride kalanı, yok sayılanı, yok sayılanın gözünden anlatma çabası
içinde, mevcut iktidar ve toplum düzenine aykırı filmler yapma çabasında olan
yönetmenler mevcut. Bütün bu çabaların doğru yorumlanma noktasında da, yani film
araştırmalarında son on yıldır “göçmen sineması”, “sürgün sineması”, “diaspora
sinema”, “bağımsız ulusaşırı sinema”, “aksanlı sinema” gibi kavramların
betimlendiği filmler ifade edilir. Bu konuda, “aksanlı sinema” kavramından söz
eden Hamid Naficy’dir. Naficy, 1995
yılında yazdığı, “Phobic Spaces and
Liminal Panics: Independent Transnational Film Genre” isimli makalesinde,
bağımsız ulusaşırı sinemayı, “önceden tanımlanmış coğrafi, ulusal, kültürel,
sinemasal ve üstsinemasal sınırları bozan” bir tür olarak tanımlar ve iki ana
özelliği olduğundan bahseder. Bunlar; ana doku içindeki/arasındaki bir çatlak
gibi olan ulusaşırı yönetmenler ve bu türü karakterize eden klostrofobik
mekânların biçimlendirilmesi (Naficy,
1995: 36). Bu sinema türü içindeki Avrupa ve Amerika'daki bu yönetmenler, 3.dünya
olarak adlandırılan ülkelerden gelen kişilerdir ve sinemaları yaşadıkları
emperyalist ülkelerdeki film endüstrisinin sağladığı imkânlardan ve stüdyo
tekniklerinden çok uzaktadır. Bu noktada Tepenin Ardı'na bakarsak, filmin
yönetmeni Emin Alper doğduğu topraklar dışında yaşayan bir yönetmen değildir.
Ama baskın olan sektör içine bir çatlak koyması için, ülkesinden sürgün edilmiş
olmak zorunda mıdır? Zira çekmiş olduğu ilk film olan Tepenin Ardı'nda, aksanlı
sinema türünü karakterize eden klostrofobik mekân kullanımını
gerçekleştirdiğini, üstelik bunu, sadece açık havaya yani doğayı kullanarak
yaptığını belirtmek mümkündür. Film boyunca doğanın içinde bulunsa da, izleyici
nefes alamadığını ve anlatılan sorunun kendini rahatsız ettiğini hisseder. Yine
3.dünyadan Batıya giden ve bu türün doğrudan temsili olan yönetmenlerin
yaptığına benzer şekilde, Alper de Türkiye'deki Kültür Bakanlığı'nın ya da
bilinen bir yapımcının vb. sağladığı imkânlardan yararlanmamıştır ki filmin
Türkiye içinde gösterime girdiği salon sayısı (14) bunu açıkça ortaya koyar. Ne
yapım ne de dağıtım sürecinde, popüler filmler kadar destek almamıştır.
Ek olarak,
aksanlı sinema türü filmlerinde, yönetmenler, kültür etkileşimini, ulus
aşırılığı, sürgün konularını ele alırlar ve bu konuların gerginliği
hissettirirler (Naficy, 1995: 39).
Tepenin Ardı özelinde bu çalışmada tartıştığımız “Aksanlı sinema”
kavramı ise, bağımsız ulus aşırı sinema ile aynı eksende, ama biraz daha dar
bir kapsamı belirli hale getiren ve “Batı”da yaşayan sürgün, diasporan ve/veya
postkolonyal/etnik kimlikli sinemacıların 1960’lardan bu yana ortaya koydukları
filmlerin adlandırılmasıdır (Naficy,
2001: 11). Türe ismini veren olgu olan aksan, film karakterlerinin
konuşmalarında kendine yer bulmanın ötesinde, aslında, yönetmenlerin dünyaya
bakış açılarında, dünyayı algılayış biçimlerinde, kısaca stillerini belirleyen
yerinden (ülkesinden) edilmişlik duygusunda can bulur (Naficy, 2001: 14). Tıpkı Emin Alper'in Tepenin Ardı'nda kullandığı alegoriyle, filmin üst anlatısında
izleyicinin algıladığı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu zamandan günümüze en
önemli sorunlarından biri olan Kürt sorununu gibi.
Aksanlı
sinemada, filmler genelde, bir ya da çoklu dile sahiptir. Filmin tarzı ve
estetiği, yönetmenin ana yurdu ile yaşadığı ülkeyi birbiriyle harmanlayarak
sunar. Bu da belki Alper'in filmi çekmek için Karaman'a bağlı çocukluğunun
geçtiği Ermenek'i tercih etmesini açıklar. Film için, ülke içinde hatta İç
Anadolu’da pek çok benzer doğa özelliklerine sahip yer olduğu düşünülürse,
Alper'in ülkesinden sürgün edilmemiş, ülkesiyle fiziki bağı kopmamış olsa bile,
kendine çocukluğuna dair mekânla, anlattığı hikâyeyi bir şekilde harmanlamak
istemesi anlaşılır bir bağ sunar. Zira kendisi de röportajlarında, film için
seçtiği mekânı açıklarken, böyle bir bağa gönderme yapar.
Diğer yandan, filmlerin
yapım koşullarıyla ilgili olarak da tıpkı bağımsız ulus aşırı filmlerde olduğu
gibi ana akım sinemadan ve onun sağladığı olanakların dışında, genellikle
bağımsız, dar bütçeli, küçük yapımlar olduğunu, yönetmenin aynı zamanda filmin
üretim aşamasının farklı noktalarında da (senaryo, yapım, görüntü yönetmenliği,
kurgu, oyunculuk gibi) bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu şekilde de yönetmen
filminin üretimi boyunca her şeye hâkim olabilir ve kişisel bakışını ön plana
çıkmasını sağlayabilir. Emin Alper kendisiyle yapılan bir röportajda, filmin
bütçesi ile ilgili sorulan soruya verdiği, "Filmi
çok düşük bir bütçe ile gerçekleştirdik, sadece Kültür Bakanlığı'ndan
aldığımız fonla çektik. Bu da bir film çekmek için yeterli değil. Türkiye'de başka kaynak
bulmak zor. Televizyonlar ilgi göstermiyor, filmi üç hafta da çektik."(http://www.haberler.com/tepenin-ardi-filminin-yonetmeni-emin-alper-3351422-haberi/) cevabıyla aslında Tepenin Ardı'nın,
bağımsız Türk sineması içinde kendine yer bulduğunu ifade etmiş olur. Ayrıca
filmin künyesine baktığımız zaman, Emin Alper'i hem yönetmen, hem de senarist
hem de yapımcı koltuğunda görüyor olmamız filmin üretim yapısını da ortaya
koyar. Kısaca Alper'in Tepenin Ardı filmi, prodüksiyon bağlamında da Naficy'nin belirttiği “Aksanlı Sinema”
nitelikleri gösterir. Ama belirtilmesi gereken bir nokta vardır ki, o da;
Tepenin Ardı'nın aksanının tekniğinden ziyade, anlatım dilinde olduğudur.
Naficy tarafından ortaya konan aksanlı
sinemanın bir başka özelliği ise, filmlerde fetiş nesnelerin de (mektup, hatıra
nesnesi, bina, manzara gibi)
kullanılmasıdır. Alper'in çocukluğunun geçtiği Ermenek'in doğa
manzarasını fon alarak filmi çekmesinin dışında, filmin -üzerine de pek çok
yazının yazıldığı- militarizm tarafının fetişi olarak kullanılan “tüfek” es
geçilmemesi gereken önemli bir unsurdur. Filmin başından sonuna, konumlanışı
açısından izleyicinin gözünden kaçmasının imkânsız hale getirildiği bir nesne
olarak karşımıza çıkar. Filmin hikâyesinin şekillendiği her anda tüfek vardır.
İlginç olan şudur ki; aksanlı sinemada fetiş kullanımına eşlik eden müzik,
Tepenin Ardı'nda yoktur. Ancak sahnede tüfek ne zaman görülse, müziğin eşlik
etmesiyle aslında tüm atmosferin bozulacağı mesajını veren bir gerginlik
yaratır. Sessizlik tüfeğe eşlik eder. İzleyici tüfeğin patladığına görmeden,
sadece sesini duyarak şahit olur.
Filmin sonunda
kullanılan marş müziği şeklinde bestelenmiş müzik hem fetişi, hem de fetişin
aslında göstergesi olduğu paranoyayı temsil eder. Paranoyanın, ulus-devlet
olgusu içinde var olmasına dayanak sağlayan bir kavram olduğu bilinen bir
gerçektir. Ülke iktidarları, toplum düzenini kendi istedikleri gibi oluşturmak
ve o şekilde tutmak için, hep bir tehdit yaratırlar. Belki görünür, belki
görünmez olan bu tehditler, içinde ne kadar farklılık olursa olsun o toplumu
bir arada tutar. Çünkü her an bir şey olabilir korkusu, toplumu ayrışmaktan
alıkoyar. Sahip olunan toprak sınırının dışında, -üst anlatıda ise, coğrafi
olarak merkeze ait olmayan-, bilinmeyen ve bu nedenle de kötü olan o tepenin
ardındakiler, filmde kurgusal olarak oluşturulur ve izleyiciye sunulur. Film
içinde asıl yaşanan güven sorunu aslında aile bireyleri içindeyken -çünkü
Faik’in tarlasına saldıran kâhya Mehmet, Paşa’yı vuran Caner, Nusret’i vuran
Sülo'dan başkası değildir.- tek otorite olan Faik Bey'in görünmeyen öteki
Yörüklere karşı bir olma çağrısını ikiletmeden kabul etmeleri, alegorik
katmanda, kendi içlerindeki güvensizlik ortamının, kendilerini her tür ilişkiye
ve korunma hissine açık hale getirmesinin sonucundan başka bir şey
değildir.
Ekrem Buğra Büte,
“Paranoyadan Sessizliğin Kötülüğüne: Tepenin Ardı'nda Paranoya ve Kötülük
Üzerine” isimli yazısında, Arendt'in “Kötülüğün Sıradanlığı” eserinde
bahsettiği, düşünme ve yargılama yetisinin ortadan kalktığı anda, kötülük
olgusunun bile sıradanlaşabildiğini fikrinden yola çıkarak şunları ifade eder: “...Tepenin
Ardı’nda yaşadığımız örnekte ‘sessizlik’le yakınlaştırabiliriz. Kötülüğün
Sıradanlığı’nda bahsedilen sıradanlık, bir anlamda bürokratik bir
düzlemde, fikrin işlevini yitirdiği bir noktada ortaya çıkan muhakeme yetisinin
bilinçli olarak dışarıda bırakılması ve bir çeşit otomatikleşme durumu iken Tepenin
Ardı’ndaki sessizlik, benzer şekilde fakat farklı bir biçimde karşımıza
çıkıyor. Öyle ki, tek tek ayrı eylemlerden sorumlu olan bireylerin bir yöne
aktığını fark ettikleri öfke karşısında eylemsiz kalmaları, “kötülüğün” en
fazla boyun eğmede, görünen gidişat karşısında sessiz kalmada, yani ayak
uydurmada var olduğu noktasında ortaklaştırılabilir. Zira özne kendini ve/veya
zihnî karakterini saklamış ve yanılgıya müsaade etmiştir.' (Büte, 2013).
Kalıplardan Uzak
Sinema
Tepenin
Ardı, örtük ve açık şekilde ele aldığı konularla popüler sinemadan ayrılan
yanlarını ortaya koyar. Naficy'nin
aksanlı sinema özelliklerini ifade etmesinin ardından eklediği, Hollywood sinemasının dışındaki
filmlerin aslında birer aksanlı film sayılabileceği tezi (Naficy, 2001: 23) Tepenin Ardı için de düşünülmesi gereken
bir olgudur. Çünkü aksanlı film, üretiminden izleyiciye ulaşma noktasına kadar
popüler film endüstrisinin sağladığı imkânlardan bağımsız hareket
etmelidir (Naficy, 2001: 23). Ancak burada önemli olan, teknik ya da
post-prodüksiyon açısından yararlanılan maddi imkanlardan çok daha öte; filmin
dilinin, filmde anlatılanın, filmin derdinin popüler sinemadan bağımsız
olmasıdır. Bu açıdan da, bütün aksanlı filmler sürgün ve diasporaya ait
değildir, ama bütün sürgün ve diaspora içeren filmler aksanlıdır.
İnsanların “'yer”leşik
hayata geçişiyle başlayan ve günümüze kadar gelen belki de tek değişmeyen şey,
bir takım kurallar ve sınırlı toprak içinde din, dil, ırk gibi özelliklere göre
belirlenen gruplara ait olarak yaşamak zorunda oluşumuzdur. Film, iktidarların
egemen ideolojinin devamını sağlamak için, artık “yerleşmiş olan toplumu, göçer
olmaktan, göçer olandan korumak zorunda oluşunun anlatısıdır. Yörükler ve Faik Bey’in arasındaki savaş sonucunda ölen
Zafer'in yasının hiç tutulmadan, aile fertlerinin ellerine silah alarak, asker
gibi tek sıra halinde o “Tepenin Ardı”ndaki düşmanla yüzleşmeye (savaşmaya)
gitmeleri, filmin üst anlatısında, bizim ülke olarak yıllardır yaşadığımız “öteki”ni
anlamama ve otoriteyi sorgulamadan, yine olsa yine yaparım nidaları üzerine
kurulu yaşantımızın bir örneğidir. Aile, devlettir. Yörükler ise, gücü
zayıflatan ve yok olması gereken 'öteki'ler, Kürtlerdir.
İçindeki
alegoriyle, üst-anlatıya imkân veren imgelerle, üretim ve dağıtım süreciyle,
çekim açılarıyla, karakterlerin kendi telaffuzlarındaki aksanlarla, kalıplardan
uzak bir sinema örneği sunan Tepenin Ardı, sinema türlerine dair tanımların bu
kadar net olması gerekip gerekmediği sorusunu karşımıza çıkarır. Çalışmada
tartışılan bütün özellikleri etrafında, Wayne'in 'İnsanlar sinemadan çıkıp, yeniden kendi toplumsal ve
bireysel yaşamlarıyla karşılaştıklarında, film izleyiciye toplumsal yaşama
katılması, kendilerini ve çevrelerini değiştirmesi için ne kadar katkı yapar?' (Wayne, 2001: 178) sorusuna, Emin Alper'in Tepenin Ardı'nda kurduğu özgün dramaturjik
model önemli bir cevap sunmaktadır.
Kaynakça:
Arendt,
H. (2011). Totalitarizmin Kaynakları/2 – Emperyalizm. (Editör: Anıl Bora).
İstanbul: İletişim Yayınları.
Büte,
E. Paranoyadan Sessizliğin Kötülüğüne: Tepenin Ardı'nda Paranoya ve Kötülük
Üzerine', http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/446/paranoyadan-sessizligin-kotulugune-tepenin-ardi-nda-paranoya-ve-kotuluk-uzerine#.V1AK9ZN953l.
De
Beauvoir, S. (1993). İkinci Cins I: Genç
Kızlık Çağı, çev. Bertan Onaran, 7.Baskı, İstanbul: Payel Yayınları.
Fanon,
F. (2007). Yeryüzünün Lanetlileri (Çeviren: Şen Süer). İstanbul: Versus
Yayınları.
Harvey,
D. (2008). Yeni Emperyalizm (Çeviren: Hür Güldü). İstanbul: Everest Yayınları.
Naficy, H.
(2001). An Accented Cinema: Exilic and Diasporic
Filmmaking. New Jersey: Princeton
University Press.
Naficy,
H. (1995). 'Phobic spaces and liminal panics: Independent Transnational Film
Genre'. Suitcase, No:1&2.
https://www.academia.edu/11053114/_Phobic_Spaces_and_Liminal_Panics_Independent_Transnational_Film_Genre_
Odabaş,
B. (2013). Üçüncü Sinema. İstanbul: Agora Kitaplığı.
Wayne,
M. (2001). Politik Film Üçüncü Sinema Diyalektiği (Çeviren: Ertan Yılmaz).
İstanbul: Yordam Kitap.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder