TOPLUMSAL BELLEK VE BELGESEL
SİNEMA İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA MÜKEMMEL OLMAYAN BİR SİNEMANIN AKTİVİST DİNAMİKLERİ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI ÖRNEĞİ
Emrah Cevher[1]
Giriş
Sözünü
sakınmadan ve doğrudan konunun muhatabına/failine, güçlü bir etkiyle
söyleyebilme olanağına sahip olan belgesel sinemanın toplumsal bellek ile olan
ilişkisi, egemen olanın yazmış olduğu tarihi yapı-bozumuna uğratabilmesi
bakımından önemlidir. Bu çalışmada, üçüncü sinemanın sunduğu perspektifle,
Julio Garcia Espinosa’nın “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin” (1969)
manifestosundan hareketle “İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları” (Nezahat
Gündoğan, 2010) belgeselinin yalnızca politik bir tavır sergilemesinin ötesinde
filmin üreticilerinin de hayata somut olarak değmesinin sonuçları, değeri ve
bugünün ezen – ezilen pratiği içinde belgesel sinemanın nasıl olanaklar
sunabileceği tartışılacaktır.
Günümüzde, dijitalleşmeyle birlikte film üretiminin maliyeti düşmüş ve yaygınlığı
artmıştır. Bu durum kendi içinde bir demokratikleşmeyle birlikte sinemanın dar
bir çevre içinde üretilmesini kırmıştır. Bu noktada Espinosa’nın sorduğu “film
teknolojisinin evrimi sadece bir azınlığın ulaşabileceği bir teknoloji olmaktan
çıkarsa, o zaman ne olur?” sorusu önemli bir cevabı da beraberinde getirir: “O
zaman olacak olan sadece bir sosyal adalet – herkesin film yapma olanağına
kavuşması – değil, aynı zamanda sanatsal kültür adına çok önemli bir
gelişmedir; böylelikle komplekslere kapılmadan ya da suçluluk duymadan,
sanatsal faaliyetin gerçek anlamını yeniden tanımlama olanağına kavuşacağız”
(akt. Odabaş, 2013:196). Böyle bir durum sanatçı kimliğinin de yeniden
tanımlanmasını ve belli anlamlarda inşa edilen bu kimliğin neye hizmet ettiğini
bize gösterebilir.
Genel
olarak film yapım enstrumanlarına ulaşımın görece kolaylaşması önemli
olanakları beraberinde getirerek, görülmeyenin görünür olma halini ve şansını
arttırmıştır. Bu süreç beraberinde soru soran yapımların, yanıt arayan veya
yanıt veren üretimlerin de serpilmesini sağladı. Bu bağlamda Espinosa’nın “mükemmel olmayan sinema bir
yanıttır; fakat aynı zamanda yanıtlarını kendi gelişimi içerisinde bulacak olan
bir sorudur. Mükemmel olmayan sinema, belgesel ya da kurmaca, ya da her ikisi
olabilir” (akt. Odabaş, 2013: 208) tanımlaması önemlidir. Peki belgesel
sinemanın bugün bellekle kurduğu ilişkiden bir takım yanıtlara varmak veya
sorgulamalarda bulunmak, üçüncü sinemanın dinamikleri içinde bize ne gibi
olanaklar sağlar? Soru, çalışmanın üzerinde duracağı eksenlerden birinini
oluşturur.
Belgesel
sinemanın soru sordurtma ve tartıştırma gücü, iktidarın sürgülü kaplar ardında
tutuklarının bilinmesine olmasa da sorgulanmasına vesile olabilir. Ulus
devletin inşasının önemli araçlarından olan resmi tarih bu sürgülü kapının
ardında mağduru ve maktulü gizler. Toplumsal belleğin bir direnç
oluşturabilmesi duvarların ardına mahkum edilmiş olanın çatlaklardan sızmasına
imkan açar. Hatta bu çatlakların kendisi toplumsal belleğin varlığıdır demek
belki daha doğru olabilir. Tam bu noktada toplumsal belleğin belgesel sinemayla
birleşimi egemenin inşa ettiği yapılarda önemli yarıklar oluşturabilir.
Konuşulmayanın, üstü örtünenin varlığı bu sefer mağdurun ve maktulün müdahalesine maruz kalır. “Hiç tartışılmayan, o güne kadar hiç yokmuş gibi yapılan pek çok
konu, bugün belgeseller sayesinde uykularından uyandırılmış görünür
kılınmıştır. Dersim 38 bu saptamanın örneklerinden olmuştur ve son yıllarda Bir
Tutam Saç, 38 gibi belgesellerle konu kamusal
alana taşınmıştır” (Susam, 2015: 184).
Belleğin Toplumsal Hali
Toplumsal
bellek kavramı, 1920’lerde Fransız sosyolog Maurice Halbwachs tarafından ortaya
atılmıştır. Halbwachs bu kavramla; toplumsal grupların, bütün mensuplarından
oluşan ortak bir belleğe sahip olduğu, bireylerin belleklerinin toplumsal
etkilerden azade olmayıp, sosyal çevre tarafından biçimlendirildiğini belirtir
(Assmann, 2015).
Bellek
kavramına bu günden baktığımızda taşıdığı anlamlar ve kullanımlar bakımından
farklılık göstermekte ve tanımlanmasında da buna bağlı olarak değişkenlikler
görülmektedir. Şüphesiz bunun sebebi
olarak “psikoloji, nöroloji, bilgisayar teknolojileri, ve siyaset bilimi gibi
birçok alan belleği kendi kavramsal çerçevelerinin oluşturduğu bakış açısıyla tanımlamaktadır
ki bu da belleğin tanımını muğlaklaştırmaktadır” (Gürşimşir, 2012:21). Bu
bağlamda farklı disiplinlerin ve bilim insanlarının belleği sınıflandırıp
daraltarak ve başka bir takım işlevlerine vurgu yaparak farklı kavramlarla
birlikte tanımladıklarını da görmekteyiz. (kültürel bellek, iletişimsel bellek,
protez bellek vb.)
“Bellek
insanın sosyalizasyon sürecinde oluşur” der Jan Assmann (2015:44) ve devamında
da belleğin bireye ait olmasına rağmen bunun toplumsal olarak belirlendiğini
belirtir. “Bu yüzden de toplumsal bellek mecazi algılanmamalıdır. Kuşkusuz
toplumlara ait bir bellek yoktur ama toplumlar üyelerinin belleğini
belirlerler.” Belleğin canlı olduğunu ve sürekli iletişim içinde varlığını
sürdürdüğünü bize söyleyen Assmann’dan hareketle bellek, bireyin iletişim
sürecine katılımıyla serpilir diyebiliriz. İletişimin de karşılıklı bir süreç
olduğu düşünüldüğünde “bu alışveriş duraksarsa, (…) çerçevesi değişirse veya
kaybolursa unutma ortaya çıkar. İnsan sadece alışveriş içinde olduğu ve ortak
belleğin çerçevesi içine yerleştirebildiği şeyleri hatırlar” (Assmann, 2015:45)
diyebiliriz. Bu bağlamda bellek, yaşamın kendisiyle kuşatılmış ve bir etkileşim
süreciyle de yaşamı şekillendirmiştir. “Hafıza, her zaman yaşanan gruplar
tarafından üretilen yaşamın kendisidir. Bu amaçla, hafıza anımsama ve unutma
diyalektiğine açık, onların sürekli biçim değiştirmelerinden habersiz, her
türlü kullanımlara ve el oyunlarına karşı çok duyarlı, uzun belirsizliklere ve
ani dirilmelere elverişlidir, devamlı gelişim halindedir” (Nora,2006:19). Tam
da bu nokta da unutma ve hatırlama diyalektiğini tekrar vurgulamak faydalı
olacaktır. En nihayetinde “unutmak hatırlamanın önemli bir parçasıdır” (Duruel
Erkılıç, 2014:57). Böylece hatırlamanın unutmayla olan ilişkisi bağrında
toplumsal bir nitelik de taşımış olur. Bu nitelik, bireyin toplumdan yalıtılmış
olarak, kendi başına var olmaya çalışan sterilize bir hatırlama eyleminin pek
mümkün görünmediğini de bize göstermiş
olur. O halde insanların bireysel anıları, deneyimleri, tarihleri ile
insanlığın bu güne ulaştırmış olduğu yaşantılar, aktarımlar bahsettiğimiz bu
belleğin girdabında homojenleşiyor mu? Bu noktada iletişimsel ve kültürel
bellek ayrımını devreye sokmak faydalı olabilir. “Geçmişe ilişkin iki kayıt,
ortası olmayan iki uç, birbirinden temel noktalardan ayrılan iki bellek türüne
işaret eder. Bunları iletişimsel ve kültürel bellek olarak adlandırıyoruz” der
Assmann (2015: 58). Bu bağlamda da iletişimsel bellek yakın geçmişle ilgili
hatıraları kapsar, somut bir örnek olarak jenerasyona içkin belleği
gösterebiliriz. İletişimsel bellek gruplarla ilintilidir, zaman içinde gelişir
ve ölür. Kültürel bellek ise geçmişin belli yerlerine bakar, genelde anının
bağlandığı sembolik figürlere yoğunlaşır. Gerçek değil hatırlanan tarih
önemlidir. Kültürel belleğin özel taşıyıcıları olduğundan bahseden Assmann
bunlara şamanları, kelt ozanlarını, öğretmenleri, yazarları, filozofları örnek
olarak gösterir ve son olarak “ne olursa olsun kendilerine bilgiyi taşıma
yetkisi tanınmış olanların tümü dahildir” (2015:56-74) der.
Bilgin’de
kolektif hafızanın iki biçimi olduğundan bahseder:
Bir toplulukta hakim gruplarca üretilen, yazılan
tarihtir. Topluluğun kolektif kimliğinin inşasına hizmet eden ve bu inşanın
gereklerine tabi olan bir hafızadır. Kolektif hafızanın bu biçimi resmi hafıza,
diğer bir biçimi ‘canlı hafıza’dır. Bu hafıza, olayları yaşayanların
oluşturduğu ve daha ziyade maruz kalınan bir hafızadır; olayların kurban veya
faili olarak yükünü çeken, ağırlığını taşıyan, acı ve ıstırabını hissetmiş,
tehdit ve korkusunu duymuş, şerefini veya utancını paylaşan insanların inşa
ettiği hafızadır. Bu hafıza, zaman içinde sürekli evrilmesi, değişim ve
dönüşümler geçirmesi nedeniyle ‘canlı hafıza’dır. Kolektif hafızanın bu iki
biçiminden birinde geçmişin seçilmesi, ikincisinde ise maruz kalınması söz
konusudur. (Bilgin, 2013:15)
Kolektif
bellek, resmi tarihte kendine yer bulamamış veya dışarıda bırakılıp göz ardı
edilmiş toplumsal olayları ve bu olayların insanlara olan etkileri göstermekte
önemli bir rol oynar. Resmi tarih; “ötekilerin”
olaylar/katliamlar/kırımlar karşısında
yaşadığı travmayı, korkuyu, dehşeti yansıtmaz. Aksine yaşananları ve
“hatırlanması istenmeyeni” bir sapmaya uğratmaya çalışır. En nihayetinde
“Belleğin oluşumu zihinsel bir süreçtir. Zihin hatırladıklarını bir süzgeçten
geçirdiği için kolektif belleğin de bir öznel yapısı vardır. Bu öznellik onun dışarıdan yönlendirmelere, özellikle resmi tarih anlayışıyla yeniden inşa
edilmeye ve çarpıtılmaya açık olmasına neden olur” (Mersin, 2010:12). Kolektif
bellek, -çarpıtmalara maruz kalmadığında veya bunları bertaraf edebildiğinde-
resmi tarihin çatlaklarından sızan, anlatılmayan, söylenmeyen hikayelerin nefes
aldığı bir yer işlevi görebilir.
Mükemmel Olmayan Sinema
ve 2000 Sonrası Türkiye’de
Belgesel Sinemanın Üçüncü Sinemayla Teması
J.
G. Espinosa’nın “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin ” (1969) manifestosu üçüncü
sinema manifestoları içinde önemli bir yere sahiptir. Bu manifestoyla devrimci
bir sinemanın nitelikleri ve amacı deklare edilir. “Günümüzün mükemmel
sineması, yani teknik ve sanatsal olarak ustaca gerçekleştirilen sinema, hemen
her zaman gerici bir sinema olagelmiştir” (akt Odabaş, 2013:195) diyerek gerici
sinemayı hedef tahtasına oturtan Espinosa mükemmel olmayan sinemayı tanımlarken
de kritik bir soru sorar:
“Mükemmel
olmayan sinema artık kalite ya da teknikle ilgilenmemektedir. İster bir
Mitchell’le olsun ister bir 8 mm.’lik kamerayla, ister bir stüdyoda olsun ister
ormanın ortasında bir gerilla kampında, aynı güzellikte şeyler yaratılabilir.
Mükemmel olmayan sinema artık önceden saptanmış beğeniyle ve hatta ‘iyi beğeni’yle ilgili değildir. Bir
sanatçının yapıtında aranan kalite değildir. Mükemmel olmayan sinemanın
ilgilendiği tek şey, sanatçının şu soruya nasıl karşılık verdiğidir: şu ana
kadar senin yapıtını belirlemiş olan ‘kültürlü’ seçkin izleyici engelini aşmak
için ne yapıyorsun?” (akt Odabaş, 2013:209).
Soru
oldukça net ve kışkırtıcıdır. Ortaya çıkarılacak ürünün kuşatılmış bir beğeni
ve estetik silsilesinden kendisini dışarı atması gerekir. Bu bağlamda sinemacı
kendi kimliğini de hakikatli bir sorgulamaya tabi tutmalıdır. Bu sorgulama
sinemacının “sanatçı” kimliğinden önce ‘”insan” kimliğine ulaşabilmesini
sağlayabilmelidir. Yani sinemacı kendini yalın ve katışıksız bir sanatçı olma
elitizminden arındırmalı öncelikle en genel biçimiyle “insan” olarak öne
çıkmalıdır. “Çağdaş sanatçının trajedisi sanatın bir azınlık faaliyeti olarak
gerçekleştirilmesindeki olanaksızlıkta yatıyor. Söylenen – ve doğru olan –
sanatın, öznenin işbirliği olmadan büyüleyiciliğini gerçekleştiremeyeceğidir”
(Espinosa’dan akt Odabaş, 2013:200). Buradaki özne sinemanın izleyicisidir. Her
ne kadar nesne olarak konumlandırılsa da, Espinosa bunun kırılması gerektiği
üzerinde durur. Tıpkı diğer üçüncü sinema manifestolarındaki gibi, tıpkı
Freire’nin (2010) açtığı yolu değerlendiren farklı çalışmalar gibi. Sanatsal
pratikler içindeki ezen – ezilen ilişkisinde var olan, ezilenin pasifize
edilerek nesneleşmesi gerçekliğinin (dayatmasının) kırılması gerekir. “Sanatsal
kültür için söz konusu olan yeni yaklaşım, bir azınlığın aldığı zevkin herkes
tarafından paylaşılması değil, herkesin bu kültürün yaratıcısı olabileceğidir”
(akt Odabaş, 2013:201). Sadece izleyen değil, yazan, oynayan, çeken, resmeden
seyirci yeni sanatsal kültürün en önemli niteliği gibi gözükmektedir. Sinemanın
bu denli toplumsallaşabilmesi, katarsis sinemasının ablukasından kurtulabilmek
ve hatta onu yapı-bozumuna uğratabilmekle olanaklı hale gelebilir. En
nihayetinde, “gerçeklerden kaçışa dayalı geleneksel sinema tarzı, zihinleri
sömürgeleştirdiği yıllar boyunca kendi rahatsız edici basmakalıp tiplerini
oluştur[muştur]. Böylece sinemanın toplumsal algılanmasını engelle[miştir]”
(Gerima, 2007:76).
“Mükemmel
olmayan sinema her şeyden önce sorunları ortaya çıkaran süreci göstermek
zorundadır. Bu yüzden bu tür bir sinema, sonuçları ele alan bir sinemanın
karşıtıdır; kendi kendine yeterli ve dalgın bir sinemanın karşıtıdır;
halihazırda sahip olduğumuz fikirleri ya
da kavramları ‘güzelce tasvir eden’ sinemanın da karşıtıdır” (akt Odabaş,
2013:207). Bu yönüyle mükemmel olmayan sinema problemlerin ana şalterlerini
ararken yeni bir şeyler söylemeyi ilke edinmiştir. Zaten var olan ve tartışılmış sorunların tanımlanmasında veya dile
getirilmesinde sıkıntılı bir yan bulur. kendini tekrar etmekten öteye gidemeyen
böyle bir yaklaşım sorunun kaynağını da göstermekte yetersiz olacaktır.
Mükemmel olmayan sinemanın bu yaklaşımı Solanas ve Gettino’nun’’ üçüncü bir
sinemaya doğru’’manifestosunda da benzer bir şekilde dile getirilmiştir.
Solanas ve Gettino: “devrimci sinema, temelde gösteren belgeleyen ya da pasif
olarak bir durumu saptayan bir sinema değildir:dürtme ve düzeltmeyi hedefleyen
bir unsur olarak müdahale etmeye çalışır. Bu basitçe bir tanıklık veya iletişim
sineması değildir, hepsinin üstünde bir eylem sinemasıdır” (akt. Buchsbaum,
2007:57) derler. Bu örnekteki gibi üçüncü sinemaya dair manifestoların önemli
ortak noktaları olduğu söylenebilir ve bu örnekler çoğaltılabilir.
Üçüncü
sinemayı tartışırken emperyalizmin yarattığı yıkımı ve ikinci dünya savaşı
sonrası oluşan yeni dengeleri saptamak önemlidir. bu bağlamda Fanon’un
söyledikleri (2014) üçüncü sinemanın bağrına oturur. Üçüncü sinemanın görünen kökleri ‘’üçüncü
dünya ülkelerinin ikinci dünya savaşı sonrası gerçekleştirdikleri
anti-emperyalist mücadeleye’’(çetin Erus,2007:19) dayansa da Wayne (2011), bu
kökleri “politik film” kavramından hareketle erken dönem Sovyet sinemasına
kadar götürür. Willemen’de benzer bir görüştedir: “Aslında Üçüncü Sinemanın
kökleri Sovyet avangardına dayanır. Espinosa, Bogdanov’un sanat pratiklerinin
‘duygunun ve düşüncenin düzenlenmesi’ni ele alması gerektiği konusundaki ısrarı
hatırlatır” (2015:148). Böyle bir geleneği içinde barındıran üçüncü sinema
kaçınılmaz olarak devrimci pratikleri kuşanmış olur. bunu yaparken de kendi
ulusal kimliğinden, kültüründen ve tarihinden faydalanır. Bu faydalanma
muhakkak ki dar sınırlarla çevrelenmemiştir. Üçüncü sinema ilk örneklerini
üçüncü dünya ülkelerinde vermiş olsa da sanatsal pratik olarak enternasyonalist
bir tavır sergilemeyi başarmış ve sınırları aşabilmiştir. “Üçüncü Sinema,
kültür, gelenekler, sanat biçimleri vb. tarafından sağlanan ham malzemelerden,
sinemacıların yanı sıra izleyicilerin de içinde yer aldığı ‘ulusal’ kültür
uzamını biçimlendiren karmaşık etkileşimler ve yoğunlaşmalardan farklı niyetler
ortaya çıkarmaya çalışmıştır.” (Willemen, 2015:143).
Geçmişle
bugünün diyalektiği üçüncü sinema için önemli sıçrama tahtalarından birini
oluşturur. Geçmişin anlatısı egemen tarafından kurulurken bir takım çarpıtmaları beraberinde getirir. Bu
çarpıtmaların görünmez kılınması da modern devletlerin önemli arzularından
biridir. “Toplumsal, politik ve ekonomik
bir güç olarak modernizmin başlıca varsayımlarından biri, geçmişi arkada
bırakabileceğimiz, bırakmamız gerektiği, geleceğe bakabileceğimiz, bakmamız
gerektiği ve atalarımızın peşini bırakmamış olan çatışmaları ve sorunları
çözmek için ilerlemeye güven duyabileceğimiz, duymamız gerektiğidir” (Wayne,
133:2011). Geçmişin kapanmış bir defter
olma hali sürekli olarak dile getirilirken amaçlanan da kendini gösterir.
İlerleme fetişizmi kanlı bir geçmişi, acı ile örülü zamanların ıskalanmasını
sağlayan ve hatta yok sayılmasını isteyen bir şeye dönüşür. Bu bağlamda “toplumun belleği üzerinde kurulacak
denetimin, erk hiyerarşisinin koşullarını büyük ölçüde oluşturacağını” (Connerton,
2014:8) söylemek mümkündür. Geçmişin ezilenler için ayrı bir önemi vardır. En
nihayetinde resmi tarih egemenin tarihi ise ezilenin tarihi belleklere
kodlanabilir.bu noktada gerçeklik ve gerçekliğin sorgulanması üçüncü sinema
için önemli bir hareket noktası oluşturur. Durum böyle olunca da belgesel
sinemanın gerçeklikle kurduğu ilişki tekrar gündeme gelir. Ezilen, kendi
tarihini anlatabilmek için farklı enstrümanlar kullanır.işte belgesel de bu
enstrümanlardan biridir. Bu, belgeselin sözünü doğrudan söyleyebilme
kabiliyetiyle de ilgilidir. “Belki de
Solanas ve Getino’nun belgesel filmi başlıca strateji olarak tercih
etmelerinin dönemin özel tarihsel
koşulları nedeniyle mantıklı olduğunu söyleyebiliriz. Alea’nın da belirttiği
gibi, toplumsal sarsıntı dönemlerinde gerçeklik gündelik karakterini kaybeder
(…) Değişimin dinamikleri, gelişmenin eğilimleri (…) görece sakin dönemlere
göre daha doğrudan ve açık bir biçimde ortaya çıkar” (Wayne, 2011:151). Belgesel sinemanın üçüncü sinema içindeki
yeri bu gün hala önemli bir alan kaplıyor. “Belgesel film üretimine verilen
önem 1960’lardaki devrimci tutkunun sonrasındaki hayal kırıklığının
sinemacıların gerçekliğe sırt çevirmelerine yol açmadığını gösteriyor. Tersine
sorgulayan, araştıran bir tavır yaygınlaştı[ğını]” (Armes, 2013:218) söylemek
mümkündür. Bu tavır bağrında yakın tarihle bir hesaplaşmayı da barındırır.
Belgesel sinemanın toplumsal belleğin etkisiyle de öne çıkardığı, görünür
kıldığı , hesaplaşmaya zorladığı geçmişi,
bugün daha farklı okuma
olanaklarına sahibiz.
“Türkiye’de
de 2000 sonrası belgesel sinemanın yakın tarihle, geçmişle hesaplaşmada başat
bir rol oynadığını söylemek mümkündür” (Duruel Erkılıç, 2014: 181). Buna
paralel olarak Türkiye’de belgesel sinemanın özellikle 2000 sonrasında
belirginleşen tutumu, “toplumda öne çıkan, uzmanlaşan, ünlenen, kahramanlaşan
‘meşhur’ karakterler dışında sıradan insanın da varlığının farkına var[ması
olmuştur]. Bu farkındalığın önemli nedenlerinden biri, sosyal bilimlerde ‘büyük
olaylar’ın ve ‘büyük insanlar’ın çizgisel tarihinin anlatıldığı klasik
historisizmin terk edilmeye ve resmi tarih anlatılarının sorgulanmaya
başlanması; yerel tarih, sözlü tarih gibi yeni alanların keşfedilmesi ve
toplumsal hafızanın oluşturulma mücadelesinin başlatılmasıdır” (Aytekin,
2013:312-313). Belgesel sinemanın bellekle olan ilişkisi kolektif hafızanın bir
tezahürü olarak okunabilir. “Belgesel sinema ontolojisi gereği her ne anlatırsa
anlatsın bellekle sıkı bir ilişki içinde yapar bunu. Edilgenlik içermez,
izleyicisini de aktif kılmak ister” (Susam, 2015:184). Bu bağlamda “bellek
sineması”, toplumsal belleğin yeniden inşasına
veya toplumsal travmanın dile gelmesine aracılık edebilir, bir
hesaplaşma mekanizmasıyla tarihin yeniden tartışılmasına vesile olabilir. “Bellek sineması ile kast ettiğimiz,
hatırlama ve unutma paradoksunu içeren, ancak travmanın aşılması için
hatırlamanın yol açıcı değerinden yararlanan bir sinemadır” (Duruel Erkılıç
2014:170).
Ulus
devlet yapılanmasının taşıdığı ‘’ kendi hikayesini oluşturma ‘’ şartı, doğal
olarak kendi ötekilerini yaratır ve kendini bu ötekiler üzerinden var eder. Bu
durum paradoksal bir şekilde ‘’öteki’’ olanın inkarını da içinde barındırır.
Türkiye üzerinden düşündüğümüzde çizmeye çalıştığımız resmin hatları
belirginleşir. Egemen olanın inkarına maruz kalmış olanlar aynı zamanda da
egemen olanın sillesini de yemişlerdir. Bu durum ezilenin ezenle
hesaplaşmasını, tahakküm ilişkilerini ortaya çıkarmasını tarihsel olarak
kaçınılmaz kılar. Bu bağlamda yaşanacak bir hesaplaşma tarihsel bir birikimin
nüvelerini taşır. Geçmişin hesaplaşma anına taşınması önemli bir kırılma
yaratır. Bu kırılmanın yaratılmasında toplumsal belleğin de önemli bir rolü
vardır.
Üçüncü
sinema ile belgesel sinemanın kesişme noktalarından biri, ezen - ezilen pratiği
içinde “dili olmayan”ın dili olabilme olanağını sağladığı alandır. Bu durum
muhakkak kurmaca sinema için de değerlidir.[2]
Türkiye’de 2000 sonrası yapılmış belgesellere baktığımızda, ceberrut bir
ulus-devlet yapılanmasının yakın tarihindeki önemli kırılmaları daha sık ele
eldıklarını görmekteyiz. Bu belgesellerin bir şablona sıkıştırılarak üçüncü
sinemaya temsını sağlamak bizi katışıksız,
geçkin sınırlara sahip olmayan kalıplaşmış bir üçüncü sinema tanımlaması
içine de sokar. Habuki Wayne (2011) bunun öyle olmadığını ve üçüncü sinemanın,
birinci ve ikinci sinemayla diyalektik bir ilişki içinde olabileceğini bize
söylemişti. Buradan da hareketle Türkiye’de 2000 sonrası belgesellerin
taşıdıkları belli başlı nitelikler bizim üçüncü sinemayla temasımızı
oluşturacaktır. Filmler dar bir elit kesimin anlayabileceği dilden arındırılıp
geniş bir izler kitlenin anlayabileceği dilde oluşturulmuştur. Ezen ezilen
ilişkisi içinde konumlandığı yer tahakküme karşı, hak ve özgürlük mücadelesi
ile örülü bir yerdir. Var olan sorunun sonuçarı değil, ön plana çıkarılan, daha
çok, sorunun kaynaklarıdır. Bu bağlamda da dersim belgesellerinin iyi örnekler
olduğu söylenebilir. Dersim katliamı üzerine yapılmış belgesellere bakıldığında
2006 öncesi yapılmış az sayıda kısa filme ve sözlü tarih kayıtlarına
ulaşılabilirken 2006 sonrasında ciddi bir artış olduğu görülmektedir. Bu artış,
“bireysel geçmiş veya bu geçmişe duyulan meraktan yola çıkarak toplumsal olanın
sinema yoluyla ifade edilebilmesi, travma ve bellek üzerine inşa edilen bir çok
yapımın ortaya çıkış sürecini[n] hızlan[masını]” (Duruel Erkılıç, 2014: 182)
imler. Yaşatılan travmalar beraberlerinde bir takım bedellerin ödenmesini
zaruri kılar. Bunların hatırlanması ve aktif tutulması, son dönem belgesellerin
de yardımıyla, ezilenin kimliğinin bir parçası haline gelen “öteki olan”ın
direnişi ve başkaldırısıyla yakından ilintilidir.
İki Tutam Saç:
Dersim’in Kayıp Kızları
“İki
Tutam Şaç: Dersim’in Kayıp Kızları” belgeseli Dersim Harekatı süresince asimile
edilmek üzere evlatlık olarak alıkonulan kız çocukların üzerinden harekatın
başka bir boyutu olan asimilasyon konusunu tartışır. Hüriye ve Fatma Hanımların
etrafında hala köklerini arayan başka kızlar ve kızlarını arayan annelerin
duyguları da perdeye yansıtılır. Belgeselin açılış sekansı dış sesle birlikte
Dersim doğasını betimler ve kısa bir Dersim harekâtı bilgisi verir. Ardından
“70 yıldır kayıp olan” Şemsi ve Sakine’nin hikayelerini Şemsi’nin
kardeşlerinden dinlemeye başlarız. Onların aktardıkları da annelerinden
duyduklarıdır. Bu sahnenin başında beze
sarılıp düğümlenmiş iki tutam saç görürüz. Bunların hikayesi de belgeselin
ilerleyen bölümlerinde anlaşılır.
70
yıl sonra bir araya gelebilen amca torunları Hüriye ve Fatma’nın hasret
gidermelerinin ardından başlarından geçenleri anlatmaya başlarlar. Fatma hanım
önce ailesiyle birlikte kıyımdan kaçmak için saklandıkları mağaradan bahseder.
Ardından askerlerin baskınıyla akrabalarından bazılarını kaybeder, annesinin
ölümünü de babasından öğrenir.
Dersim’den götürülüşünü anlatırken beraberindeki çocukların yatılı okula
gönderileceğini düşünür; fakat kendisini Malatya’da bir yüzbaşının evinde
bulduktan sonra diğer çocukların da başka askerlere verildiğini öğrenir.
Malatya’ya vardığında ilk olarak saçları kesilir. Elbiseleri değiştirilir.
Hüriye
hanım 1938’de 8-9 yaşlarında olduğunu söyler. O dönem amcası ve yengesi
tarafından himaye edilir. Ailesinin başına neler geldiğini
bilmemektedir.Harekât zamanlarında amcasının ailesiyle birlikte ormanlık bir
alanda saklandıklarını söyler. Bulundukları bölgeye baskın yapılınca herkes kaçışmaya
başlar. Kendisi çok uzaklaşamadan yakalanır ve ilk olarak Ovacık’a götürülür.
Ordan askerle dolu bir kamyona bindirilir. Nereye gittiğini bilmez. O anları
anlatırken gözü dolar ve o günlere nasıl dayanabildiğini bilemediğini söyler.
Ne yapacağını bilmiyordur. Geldikleri yerin Elazığ olduğunu öğrenir. Yine ilk
iş saçları kesilir, yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Tekrar askerlere teslim
edilir ve trene bindirilir. Nereye gidildiğini bilmeden uzun bir tren yolculuğu
yapar. İndiği yer Samsun’dur. Burada çok zor günler geçirir. Varlıklı bir
alienin yanındadır ama hor görülür, itilir kakılır. Çocuktur ve Türkçe
bilmemektedir. Bu dönem intihar etmek istediğini söyler. Anlatırken kendini
daha fazla tutamaz ve gözyaşları süzülür. “Beni burdan kutar Allah’ım” diye
dualar eder, bu duaların gerçekleşmesi için oruç tuttuğunu söyler. Sonunda daha
fazla dayanamaz ve kaçmanın bir yolunu bulur. Kendisini bu aileye teslim eden
polisi bulur. Oraya gitmek istemediğini söyler. Ardından bir başka varlıklı
ailenin yanına gönderilir. Burada da evin hizmetçisi olmaktan kurtulamaz.
Fatma
hanım ve Hüriye hanım, Türkçeyi öğrenme süreçlerinden bahsederler. İkisi de
bulundukları yerlerde Kürtçe konuşmalarının istenmediğini ve yasaklandığını
belirtirler. Hüriye hanım okumaya meraklı olduğunu ve ailenin diğer
çocuklarıyla okula gitmek istdiğini belirtse de okula gönderilmez. Kendi
çabalarıyla okumayı öğrendiğinden bahseder. Ardından Fatma hanım evlendirilme
sürecini anlatır.
Hüriye
hanımın yıllar sonra halası tafından bulunması kendisi açısından önemli bir
dönüm noktası olur. Halasının onu bulduğunu ilk olarak bir askerden öğrenir.
Asker de Dersimlidir ve Hüriye’yle Kürtçe konuşur. Halasının haberini verir.
Hüriye ne olduğunu anlamaz, çünkü yıllardır kimseden haber almamıştır. Akrabalarının
da Dersim’de öldürüldüğünü düşünmektedir. Askere döner ve kızarak bağırır,
asker oradan uzaklaşır. Ne yaptığını sonradan anlar. Bunları anlatırken bile
kendine kızar Hüriye Hanım neden öyle davrandığını hâlâ anlamlandıramadığından
bahseder. Ertesi günlerde kendisi gibi Samsun’a sürülmüş akrabaları onu
bulurlar. Halası kapının eşiğindedir ve onu götürmek ister. Hüriye hiç
düşünmeden kabul eder.
Şemsi
ve Sakine’nin öyküsüne döneriz. Kayıp Şemsi’nin kardeşi Şemsi Karakoç annesinin
acılarından bahseder. Şemsi Karakoç, yıllardır kayıp olan kızının bulunma
ümidiyle yaşayan annesinin kimi zaman göz yaşlarını sildiğini kimi zamansa buna
dayanamayıp sinirlendiğini söyler. Karakoç, babasının birgün kendilerine bir
sürpriz yapacağını söylediğini anlatır. Baba, Erzurum’da kızının izine
rastladığını düşünür ve oraya gider. Geri döndüğünde süprizi
gerçekleştiremediğini ve Şemsi yerine kayıp başka bir kızı bulduğunu söyler.
Karakoç bu haberinde sevinç yaşattığını söyler ve annesinin “yine de bizden
birisini bulduk” dediğini belirtir.
Fatma
Hanım yıllar sonra rüyasında gördüğünü bellirttiği akrabalarını bulma görevini
yerine getirmek için harekete geçer. Artık yaşlıdır ve çocukları onun
Dersim’deki yakınlarını bulma isteğini başta pek anlayamasalar da birlikte
Dersim’e giderler. Oradaki bir kahvenin önünde dururlar ve çok geçmeden
insanlar ziyaret sebeplerini sorarlar. Çocuklar da annelerini memleketine
getirdiklerini ve yakınlarını aradıklarını söylerler. Kahveden 5-10 kişi
arabaya doğru yanaşır ve kendilerinin de kayıp yakınlarının olduğunu söyleyip
kaybolan teyzeyi sorarlar. Fatma Hanım benim diye gösterir kendini. İsmi
sorulduğunda “Fatma” diye yanıt verince karşısındakilerden “bizim kayıbımızın
adı Gülizar” cevabını alır. Haber yayılır, az sonra biri elinde bir adres ve
telefon numarasıyla gelir. Bursa’da bir yakınlarının olabileceğini söyler.
Fatma Hanım dönüş yolunda arabayı durdurur ve çocuklarından bir poşete birkaç
avuç toprak doldurmalarını ister. “Öldüğümde üzerime atar, toprağına hasret
gitti dersiniz” notunuda iletir. Adıyaman’a döndüklerinde ilk iş Bursa’daki
adresi aramak olur. Aranan kişi Hasan Ergin’di. Kısa bir telefon görüşmesinin
arından 70 yıl sonra abla kardeş birbirlerine ulaşabilmişti. Fatma hanım
buluşmanın ardından “hiç unutulmaz, ne ananı unutursun, ne babanı unutursun, ne
kardeşlerini unutursun, hiç unutulmaz” der.
Tekrar
Şemsi ve Sakine’nin hikayesine döndüğümüzde, Şemsi Karakoçun ağlamaklı olarak
annesini ve onun kayıp kızına olan acı dolu özlemini anlattığını görürüz. Daha
filmin başında derin bir travmaya tanıklık etmiştik aslında. Kızlarını
kaybetmiş (elinden alınmış) anne vakti zamanında kesmiş olduğu saçları ömrü
boyunca yanında taşımıştır. Kızına da (ki onun da adı Şemsi’dir) öldüğünde iki
küçük çocuktan geriye kalan tek şey olan saçları kendisiyle birlikte gömmesini
vasiyet etmiştir; fakat muhtemelen kayıp kızlarının bulunabileceği umudunu
kaybetmediğinden, hep yanında taşıdığı saçları
öldüğünde yanında değildi. Kızı o saçları sonradan bulur. Annenin kızına
aktardığı yalnızca bir umut değil koca bir travmadır aynı zamanda ki kızı da
bunu vurgulamaktadır. Kayıp iki kız nezdinde oluşan bir travmanın toplumsal bir
hal almasını da şu ifadeden anlayabiliriz: “Bizim aşiretin kızlarının yüzde
yirmisinin ismi Şemsi ve Sakine’dir.” Bu durum aynı zamanda aktif bir
hatırlamayı da diri tutar.
Dersim
katliamının bir ayağını oluşturan “kayıp kızlar” bu gün hala aranmaktadır.
Katliamın büründüğü zırıhı ortaya çıkrabilecek ve onu zedeleyebilecek
yaklaşımlar sağlıklı bir nedenselliğe ulaşmamızı sağlayabilir. Bu bağlamda
Dersim özelinde gördüğümüz ulus – devlet yapılanmasının acımasız yüzünü
tartışmadan da uzak tutmamak gerekir. Sonuçta “herhangi bir hayali cemaat,
özellikle ulus; savaş, devrim ve
soykırım gibi şiddet olayları üzerine kurulmuştur. Bu olaylar arzulanan bir
amaç için ortak fedakarlık olarak gururla anılır; ancak, savaşta sağ kalanlar savaş
travmalarından muzdarip olarak geri döndüğünde (1. Dünya Savaşı ve Vietnam
Savaşı ardından olanlar gibi) bir ulus adına şiddeti meşrulaştıran anlatılar
sorgulanır hale gelir” (Meek, 2010:28-29). Bu sorgulamaların bizi önemli bir
yere götüreceği, sorunun kaynağına bir fener tutabileceği aşikardır.
Bugün
Dersim belgesellerinde de gözlemlediğimiz “bellek sineması”nın varlığı,
özellikle yakın tarihimizle yüzleşmek gibi bir derdimiz olduğunda, önemli bir
misyonu üstlenir. “2000’lerde artan belgesel yapımlar geçmiş anlatılarda klasik
belgeselin dışında farklı melez yapıların denendiğini gösterdiği gibi bellek
üzerine kurulan bir geçmiş bilgisinin daha değerli olabileceğini sürekli
hatırlatmaktadır” (Duruel Erkılıç, 2014: 185). Belleğe dayanan geçmiş anlatısı,
önceki bölümlerde değindiğimiz gibi, duyulmayanın duyulmasını, görülmeyenin
görülmesini sağlar. Sonuçta “tarihsel bilginin öznesi, kavga eden, ezilen sınıfın
kendisidir” (Benjamin, 2014:44). Bu öznenin bugün kendini görünür kıldığı ve
egemen olanın inşa ettiği tarihin çatlaklarından sızdığı alanlardan birinin
“bellek sineması” olduğu söylenebilir.
Sonuç Yerine
Toplumsal
bellek ve belgesel sinema ilişkisi bize tarihin farklı perspektiften okunması
olasılığını ve şansını sunar. Sunulan bu tarih egemenin yazdığı ve “gerçeği”
tahriflere uğarttığı geçmişin bilgisini sorgulanabilir kılar. Muhakkak buradan
tolumsal belleğe dayalı belgesel sinemanın “gerçek” tarihi gösterdiği gibi
yanlış bir kıssadan hisseye de varmamak gerekir. En nihayetinde belleğin kendisinin
de çarpıtmalara açık olduğunu unutmamak gerekir. Burada vurgulanmak istenen
resmi tarihin çatlaklarından sızanların görünür olduğudur. Bu çatlakların yarıklara
dönüşmesi muktedir olanın kendini var ettiği alanlardan birinin zayıflaması
anlamına gelebilir. İşte tam da burada toplumsal belleğe dayalı bir belgesel
sinemanın üçüncü sinemayla yollarının kesişmeye başladığını gözlemleyebiliriz.
“İki
Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları” belgeseli, gerek resmi tarih tafından üstü
örtülen bir katliamı ve asimilasyonu göstermesi, gerek zulme uğrayanın/ezilenin
yanında durması, gerekse de “mükemmel olmayan bir sinema”nın izlerini taşıması
nedeniyle üçüncü sinemanın örneklerinden birini oluşturur. Taşıdığı “mükemmel
olmayan sinema” özellikleri onu “teknik” ve “estetik” yönü güçlü “mükemmel” bir
sinemanın gericiliğinden kurtarır. Bu bağlamda önemli bir nokta mükemmel olanın
estetikle kurduğu ilişkidir. Bu ilişkinin üstü kazındığında ideolojinin kendisi
çıplaklaşır böylece inşa edilecek söylemin niteliği de değişmiş olur. Mükemmel
olmayanın sağlayabildiği bu olanak “İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları”
belgeselinde de kendini göstermiş olur.
“İki
Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları” bize bilinçili olarak unutulması isteneni
(doğal olarak da unutulamayacak olanı) gösterir. Belgesel, yüzleşilmeyen Dersim
katliamıyla daha henüz ulus – devlet yapılanmasına bürünmeye başlayan devletin,
Kürt nüfusuna uyguladığı şiddetin ve asimilasyonun bir boyutu olan kız
çocuklarının ailelerinden alınarak bilmedikleri kentlere götürülüp (genelde
Türk nüfusunun yoğun olduğu yerler) asimile edilmelerini konu edinir.
Türkleştirilme ve belleksizleştirilme çabalarını anlatır. Film ayrıca uzun ve özverili
çalışmalar neticesinde bulunan iki “kayıp kız”ın etrafında kurulur. Kayıp
kızların bulunması çalışması filmden sonra gündeme geilir ve bu çalışma devam
ettirilerek film, siyasal alanda durduğu yeri belirginleştirir. Mağdurun
yanında olmakla kalmayıp mağdura “dokunabilme” çalışmasına ve hareketine
dönüşen film bu bağlamda da üçüncü sinema ile temas etmiş olur. Son olarak
filmin gösterim ve dağıtım örgütlenmesine baktığımızda sendikaların,
derneklerin, öğrenci topluluklarının organize ettiği gösterimlerle seyircisine
ulaşabildiğini belirtmek faydalı olacaktır.
Kaynakça
Armes,
R. (2011). Üçüncü Dünya Sineması ve Batı,
İstanbul: Doruk Yayımcılık
Assmann,
J. (2015) Kültürel Bellek, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları
Aytekin,
H. (2013) Türkiyede Toplumsal Değişme ve
Belgesel Sinema. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Maltepe Üniversitesi, İstanbul
Benjamin,
W. (2014) Pasajlar, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları
Bilgin,
N. (2013) Tarih ve Kolektif Bellek,
İstanbul: Bağlam Yayıncılık
Buchsbaum,
J. (2007). Üçüncü Sinemaya Yakından Bakış. Biryıldız, E. ve Çetin Erus, Z.
(ed.). Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya
Sineması içinde (s. 51 – 72). İstanbul: Es yayınları
Connerton,
P. (2014) Toplumlar Nasıl Anımsar,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Çetin
Erus, Z. (2007). Manifestolardan Günümüze Üçüncü Sinema Tartışmaları.
Biryıldız, E. ve Çetin Erus, Z. (ed.). Üçüncü
Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması içinde (s. 19 – 50). İstanbul: Es yayınları
Duruel Erkılıç, S. (2014) Türk Sinemasında Tarih ve Bellek, Ankara: De Ki
Duruel Erkılı, S. ve Erkılıç, H. (2012) What
Does a Documentary Change? Remembrance and The Search For Truth In Ayrılığın
Yurdu Hüzün and Yeni Bir Yurt Edinmek. Global Media Journal, Fall 5, 61 – 85.
Espinosa,
J. G. (2013). Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin (çev. A. Ufuk). Battal
Odabaş(Yazar) Üçüncü Sinema içinde (ss. 195-210). İstanbul: Agora Kitaplığı.
(Özgün eser 1969)
Freire,
P. (2010). Ezilenlerin Pedagojisi,
İstanbul: Ayrıntı yayınları
Gerima,
H. (2007). Üç Köşeli Sinema, Oyuncakları Kırmak ve Dinknesh Lucy’e Karşı.
Biryıldız, E. ve Çetin Erus, Z. (ed.). Üçüncü
Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması içinde (s. 73 – 105). İstanbul: Es
yayınları
Gündoğan,
N. (Yönetmen). (2010). İki Tutam Saç:
Dersim’in Kayıp Kızları [Belgesel]. Türkiye: VTR
Meek,
A. (2010) Trauma and Media, New York:
Routledge
Mersin,
S. (2010) Azınlık Filmler: Tarihin yeniden İnşası ve Kolektif Bellek. Sine
Cine 1(2) Güz, 5-29.
Nora,
P. (2006) Hafıza Mekanları, Ankara:
Dost Kitapevi
Odabaş,
B. (2013). Üçüncü Sinema, İstanbul:
Agora Yayınları
Saunders,
D. (2014) Belgesel, İstanbul:
Kolektif
Susam,
A. (2015) Toplumsal Bellek ve Sinema,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Wayne,
M. (2011). Politik Film, İstanbul:
Yordam Kitap
Willemen,
P. (2015). Üçüncü Sinema Meselesi: Notlar ve Düşünceler (S. Aydınlı & D.
Okay Yıldırım, Çev.) Sinecine, 6(1),
s. 133 – 163.
Yelsalı
Parmaksız, P. M. (Ed.). (2012) Neye Yarar Hatıralar? Bellek ve Siyaset
Çalışmaları: Metaforik Bir Kapan Olarak
Bellek, Ankara:Phoenix
[1] Mersin Üniversitesi, Radyo –
Televizyon ve Sinema Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi
[2] Şunu da belirtmek gerekir ki
belgesel sinemayı kurmaca filmden tamamen koparıp ona ayrıca bir değer atfetme,
bir “önem” terazisine oturtma bakışı içinde birtakım sıkıntıları da barındırır.
Bu bağlamda belgesel sinema, kurmaca sinemadan daha değerli bir yerde değildir.
Belgesel sinemanın içinde taşıdığı dinamiği vurgularken Solanas ve Getino,
“kurmacaya karşı belgeseli sorunlu bir biçimde değerli bulmalarına rağmen,
belgesel biçmi içinde farklı stratejilere açık olmaları, kendilerinin
oluşturduğu kurmaca/belgesel ikiliğini yapıçözüme uğratmaya başlar. Çünkü
farklı belgesel stratejilerine açık olma genellikle kurmaca ve genel olarak
kitle kültürüyle ilişkili olan imge ve geleneklerini kullanma olasılığı içinde
giderek değişir” (Wayne, 2011:151-152).
emeğinize sağlık.
YanıtlaSil